Fast Money. Kuran'ın içerdiği temel konular; İnanç, İbadet ,Ahlak ve geçmiş kavimlerden kıssalar, ibretler olarak özetlense de insanın tüm hayatını kuşatan dünya ve ahirette huzurunu sağlayacak ilahi kurallar bütünüdür. as’ dan Hz. Muhammed kadar tüm peygamberlerin insanlığı içine düştüğü dalalet konusunda uyarmak için hakka, hidayete, tevhide" La ilahe illallah"Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur akidesine davet ettiklerini görmekteyiz. Peygamberimiz nübüvvetinin ,on bir yılını tevhid inancının zorlu tebliğ mücadelesi ile geçirmiştir. Mü'min İnandım dediği Allah'ın, eşsiz ve tek olduğu şuuruna vakıf olup, zati ,sübuti sıfatları ve Allah'ın vahyinde belirttiği güzel isimleri ile O'nu tanıyarak gönülden bağlanan insandı. Rabbinin azameti karşısında, teslimiyetini göstermeliydi. Bireysel ve toplumsal faydaları olan İbadet kavramının a-be-de- kökünden türemiş; kulluk, kölelik manasına geldiğini bilerek namaz ,oruç ,zekât, hac ve kurban gibi temel ibadetlerle birlikte, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla yapılan her güzel işin İbadet olduğu takvası ile Mümin; uzun, ince, hassas bir yolun yolcusuydu.. Toplumsal bir varlıktı insan ,birlikte yaşadıkları bir dünyaları olduğundan, insanın insanla, insanın evrenle ve insanın Allah ile ilişkileri kaçınılmazdı. Rabbini asla unutmayacak, yeryüzünün mescit olduğunu bilip koruyacak, ilişkilerinin tümünde Allah’ın huzurunda olduğunu unutmayacaktı. Tüm bu ilişkilerinde Yaratıcısının ortaya koyduğu Evrensel Ahlak devreye giriyordu. Sahi; hepimizi sarıp sarmalayan, vazgeçilmezimiz olan, evrensel olup herkes tarafından kabul edilen ve hayatımızın pratiğinde olan kaç tane ahlâki kıymete sahibiz? "Sizin en kötünüz, temiz insanlara kusur bulan ve dostlar arasına ayrılık düşüren kimselerdir"Ali Yalan, hile, gıybet, su-i zan, haset, fitne, fesat vb. toplumun kardeşlik ve ahengini bozacak tüm davranışlar yasaklanırken, gönülleri birbirine yaklaştırıcı ,kaynaştırıcı davranışlar öğütleniyor, inananlar kardeş ilan ediliyordu. Aramızdan övülüp, seçilen ve görevlendirilen peygamberimiz de evrensel normları en güzel şekilde pratize ederek Allah'ın; "ve inneke le ala hulukin azim" Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin ültimatomu ile rol model tayin ediliyordu. Kur'an-ı Kerim'in geçmiş kavimlerden ibretlik kıssalar vermesinin hikmetini, Enam süresi ile kavrayalım; "Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz onca imkânı kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmur indirip evlerinin altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik." Kur'an, inanç, ibadet ve evrensel ahlak kurallarını koyarak, geçmiş kavimlerden örnekler vermesiyle, onların düştükleri gaflet ve dalalete düşmememizi ister, aksi taktirde, onların başına gelenlerin bizim de başımıza gelmesinin kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzünden olacağını vurgular. Nuh, Lut, Ad ve Semud gibi peygamber kavimlerinin helâk edilmesinin temel illetlerini vahyin ışığında irdelediğimizde ; Allah'a ortak koşmak, kibir ve yaratıcısının koyduğu kırmızı çizgileri çiğneyerek haddi aşmaları ile ön plana çıkmaktadırlar. "Ya eyyuhellezine âmenû âminû billahi ve rasûlihi" Ey inandığını iddia edenler yeniden Allah'a ve resulüne iman edin emrine uyarak, aşk ile buyrun; "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasûlühü" ile sil baştan başlayalım. En riyasız, en etkin şekliyle İnanç, ibadet ve ahlakı kuşanalım. Kuşanalım da, pratikteki tezahürüne, şahitler biriktirsin yaşadığımız şehir. İslam'ın tebliğ ve telkinini en yakınlarımızdan başlatarak yeniden Vahyin mesajıyla dirilelim. Geçmişte helak edilen nice kavimlerin "kad halet"kesinlikle gelip, geçip gittiklerini olduklarını, bizim de fani olduğumuzu tefekkür ile Peygamberimizin; "Hâsibû enfuseküm kable en tuhasebu" Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin uyarısına kulak kesilelim. Derhal Nefsani yaşam operatörlerimizi, Kurani yaşam operatörleriyle değiştirmek suretiyle yeniden doğup ücretsiz ve sınırsız iletişim imkanıyla, tüm hayatımızı vahiy ile buluşturarak, mutluluğu yakalayalım. Unutmayalım ki; "Bir Topluluk kendini değiştirmediği müddetçe Allah o topluluğun kaderini asla değiştirmeyecektir." “Hilye”, hat sanatında Peygamberimizin görüşünü anlatan Hadis-i Şerif ile dört halifesi ve torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in isimleri bulunan güzel hatlarla yazılmış levhaları ifadede kullanılmaktadır Dünya tarihinin bilinen dönemlerinden itibaren kavimler çeşitli yazılar icad ederek iletişimlerde yazıyı önemli bir vasıta olarak kullanmışlardı. Yazı bulununcaya kadar geçen zamanda topluluklar öncelikle çeşitli motifleri iletişim/yazı vasıtası olarak seçmişlerdi. Bugün için tarihi değeri oldukça yüksek olan bu araçlar, çeşitli dönemlerde değişkenlik arz ederek gelişim sağlamış; zamana ve ihtiyaca göre ilerlemiş ya da gerilemiştir. Himyerî, Fârisî, İbrânî, Rûmî, Yunânî, Kıbtî, Berberî, Endûlîsî, Hindî ve Çînî gibi yazıları bunlara örnek olarak üzere Hz. Âdem tarafından başlayan yazı araç ve gereçlerinin kullanımı belirtilen süreçten geçerek, Hz. Muhammed kadar gelmiştir. İslamiyet’te heykel ve resmin mahzurları nedeniyle Hz. Muhammed’in sevgisi farklı bir şekilde tezahür etmiş ve hilye sanatı ortaya çıkmıştır. Özellikle Osmanlı sanatkârları Peygamber Efendimiz’in fizikî özelliklerini anlatan rivayetleri Hilye-i Şerif’lerde bir görsel şölene dönüştürmüşlerdir. Müzehhipler tarafından bezenen hilyeleri yazmak bir hat sanatkârı için icazetname alma manasına geliyordu.“Hilye” kelimesi “güzel vasıflar, süs, güzel yüz, cevher, görünüş” gibi sözlük manalarını taşır. Tarihî seyir içinde Hazreti Peygamber’e mahsus olmak üzere Şemâil, Şemâil’ün-Nebi, Hilye-i Nebevi ve Hasâisü’n-Nebi gibi değişik ifadelerin yanı sıra Osmanlılar tarafından da Resul-i Ekrem Efendimiz’in vasıflarının anlatıldığı manzum ve mensur edebî eserler ve levhalar, “Hilye-i Saadet, Hilye-i Şerif veya Hilye“ olarak ifade zuhurundan Osmanlı’ya kadar geçen yedi asır içinde sadece mensur düz yazı olarak ve hadis kitaplarında zikredilen Hz. Peygamber’e ait vasıfların anlatımına, nakline henüz kendisi hayatta iken ehemmiyet verilmiştir. Bunun sebebi ise; İslâm inancında putlar ve putlaştırılma ihtimali olan insanların tasvir ve heykellerinin yasaklanmasıdır. Hıristiyanların ve Hz. Meryem’le ilgili tasvir ve heykelleri, bunların önünde yaptıkları ibadetler göz önüne alındığında Müslümanların muhtemel şirke düşmelerinin önüne Hz. Peygamber’in gelecek Müslüman nesillere fizikî vasıflarının anlatılması, hususiyetleriyle tahayyülünün sağlanması gerekli görüldüğünden ashab, meşru arayışlara yönelmiş ve hadis-i şerifler ışığında Hz. Peygamber’e ait vasıflar tespit edilmeye gayret kendi ilimleri ve anlayışları nispetinde yaptıkları çalışmalar ve tespitlerde çok ehemmiyetli müşterek noktalar olmakla birlikte, bazen nakilde bazen İslâm’ın zuhuruyla gelişmeye başlayan Arap alfabesinde o dönemlerde bulunmayan “hareke”ler sebebiyle, bazen Arap yazısının menşei olan Nabatî yazıdan doğan imla hatalarından ve en ehemmiyetlisi, günlük Arapça’da pek fazla kullanılmayan Hz. Peygamber’in hususiyetlerini ifade eden kelimelerin okunuş ve yazımlarındaki yanlış telakkiler, birçok rivayeti de beraberinde rivayetler temelde benzer vasıfları taşımakla birlikte, ileride büyük hatalara sebep olabilir endişesini de doğurmuştu. Sahabiden naklen gelen rivayetler, ”Şifatü’n-Nebi” ve “Fezail” adında birçok hadis kitabında kayıt altına alınmıştı. Tirmizî, Kadı İyaz ve bazı muhakkik zatlar, bu hadis kitaplarının menşelerini de dikkate alarak tasnif etme gayreti içine girmişlerdi. Bu hususta en ehemmiyetli çalışma Tirmizî’ye aittir. Bu konu, Tirmizî tarafından “Şemail” adıyla bir ilim haline getirilmiş ve aynı adla bir de eser vermiştir. Söz konusu eser, daha sonra yazılan “şemail” ve “hilye”lere kaynak kabul edilmiştir. Tirmizînin eserinin muhtelif tercüme ve şerhleri de sevgisi hilyelere taşındı* asırdan, 16. asra kadar yazılan bütün hilyeler ”mensur” düz yazı eserlerdir. İlk olarak 1598’de Hakanî Mehmed Bey tarafından ö. 1606 İslam ve Türk edebiyatına aruz vezniyle yazılmış manzum hilye kazandırılmıştır. ”Hilye-i Hakanî” adlı bu eserde Hz. Peygamber’in vücut yapısı ve sıfatları akıcı manzum bir dille anlatılmıştır. Hakanî’nin bu eseri büyük revaç görmüş ve bu eserden sonra manzum, manzum–mensur hilyeler telif olunmuş, yaygınlaşmıştır. Osmanlı edebiyatı dışında gerek Arap ve gerekse Fars-İran edebiyatında hilye çeşitliliği yoktur. Osmanlılarda Peygamber sevgisi öyle bir muhabbet ufkuna varmıştır ki edebiyatlarında, musikilerinde, hüsn-ü hatta diğer Müslüman toplulukların hiç birinde görülmeyen şaheserler ortaya konmuştur. Bunlardan birisi de levha tarzındaki toplumunda “hilye bulunan evin felaketten, musibetten mahfuz olacağına” ve gene “üzerinde hilye taşıyan bir kimsenin her türlü bela ve musibetten korunacağı”na dair yaygın bir inanç vardı. Saraydan konağa, konaktan sade ahaliye kadar da bu inanç yaygındı. Ayrıca Hz. Peygamber’den naklen Hz. Ali tarafından rivayet edilen “Hilyemi gören, beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah, ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez” mealli hadis-i şerif ile bu mealdeki hadisler hilyeye talebi Peygamber’e ilk vahiyler gelmeye başladığında, bu vahiyler bir taraftan Hz. Peygamber’in sadrına nakşediliyor diğer bir taraftan da vahiy katiplerine katipleri ilahi mesajları o dönemlerde Mekkî şeklinde ifadelendirilen bir çeşit Ma’kilî/Kûfî yazı ile en güzel bir halde yazma gayretinde dönemlerde yazılar, tahta kalemler ile deve kemiklerinin üzerlerine, Mısır tarafından getirilen parşömen üzerine, ince ceylan derisi üzerine, is mürekkebi başta olmak üzere, kırmızı ve mavi renklerdeki boyalar kullanarak hassas bir kuyumcu maharetiyle yazmaktaydı. Kâğıt bulunamadığı zamanlarda Ayet-i Kerime’ler geniş tahtaların üzerlerine yazılıyor, ya da düz taşların üzerine oyulmak suretiyle nakşediliyordu. Hicrî ilk asırdan itibaren İslâm Yazısı üzerine çalışan sanatkârlara önceleri kâtip, küttab verrak ve ardından da hattat dönemlerde kâğıt çeşitlerinin çoğalmasıyla birlikte, İslâm Yazısı’nı kemaliyle yazan kâtiplerin adedi çoğalmış ve kutsî yüce bir sanat izzetini bulunan bu yazı, yüzlerce asırdan sarkaçlanarak günümüze kadar HAT SANATININ BAŞKENTİTürkler, İslâmiyet’le şereflendikleri zamanlarda deri işlemeciliğinde oldukça mahirdiler. Kısa zamanda İslâm Yazısı’na intibak eden ecdadımız, yazıda da hünerlerini göstermekte gecikmeyerek hat sanatı tarihinde ekol olan Şeyh Hamdullah, Hafız Osman, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmet Şefik Efendi ve Mustafa Rakım Efendi gibi güzide sanatkarlar Türkler arasından yetişmiştir. Ve böylelikle hafızalarda yer eden şu gerçek ortaya çıkmıştır“KUR’ANI KERİM MEKKE’DE HİCAZ’DA NAZİL OLDU. MISIR’DA OKUNDU. İSTANBUL’DA YAZILDI.”İstanbul gerçekten asırlar boyunca hat sanatının başkenti olmuştur. Evet, İstanbul hat sanatının başkentidir. Tarihe isimlerini celî büyük harflerle yazdıran hattatlar, ekseriya İstanbul’da yetişmiş, İstanbul camileri çok kısa aralıklarla icazet diploma merasimlerine tanıklık etmiştir. Sahaflar Çarşısı bir zamanlar sarayın yazı işleriyle ilgilenen, mürekkep, kâğıt ve kamış kalem üreten, kitap yazan, cilt ve tezhip yapan onlarca sanatkârdan oluşmaktaydı. Bu sanatkârlarla iletişim halinde olan en az on bin kişinin bulunduğu HAT SANATINDAKİ YERİŞüphesiz hüsn-i hat, ruhunun derinliklerinde sanat ve estetiği bir arada barındıran sanatseverlere asırlardan beri önemli mesajlar vermiştir/vermektedir. Hoş kokulu satır aralıklarında estetik kurallara sadık kalarak belirli bir perspektifte ilerleyen İslâm Yazısı, bugün için günbegün güzel sanatlar içerisindeki hak ettiği mevkie yere ulaşmaktadır. Hilyelerin hat sanatında müstesna bir yeri vardır.“Hilye” lügat itibarıyla yaratılış, suret görünüş ve sıfat manalarına kullanılmıştır. Türk-İslâm edebiyatında ise, Hz. Muhammed’in sîret ve sureti manasında kullanılarak, Hz. Peygamber’in ahlâkî ve fizîkî güzelliklerini; dış görüşünü anlatan eserlere hilye ya da şemâil adı verilmiştir. Hz. Peygamber’in görünen uzuvlarının şekli, sıfatları ve güzel ahlakı İslâm alimleri tarafından senetleriyle birlikte yazılarak siyer kitaplarını oluşturmuştur. İlk siyer kitabı İbn-i İshak’a ait Sîret-i Resûlullah’tır. İlk hilye kitapları da İmam-ı Tirmizî’nin Eş-Şemâilün-Nebeviyye’si ve Kâdı Iyaz’ın Kitabüş-Şifa’ Kerim’de “biz seni ancak alemlere rahmet olsun diye gönderdik” Enbiya Suresi, 107. Ayet-i Kerime hitabıyla anılan Hz. Peygamber’i, Saadet Asrı’nda görebilmek şeref bakımından ulaşılabilecek en son nokta idi. Rahmet Peygamberi’ni dünya gözü ile görebilenlere Ashab/Sahabe ki Hz. Peygamber’i dünya gözü ile görmek herkese nasip olmayacaktı. Hz. Peygamber’i göremeyenlerin yaptıkları ortak şey, onu görenlerden sormak oldu. Hz. Peygamber’in etrafı çepeçevre aydınlatan güzellikleri, asırlar boyunca dilden dile gönülden gönüle aktarıldı. Bu noktada Hz. Ali önemli bir misyon yüklendi. Çünkü Hz. Ali küçük yaşından itibaren Hz. Peygamber’in yanında kalmış ve onun himayesinde yetişmiş ve Hz. Peygamberi en iyi bir şekilde tanıma fırsatını Peygamber de, sevenlerinin kendi hilyesini bilmelerini teşvik etmişti. Hz. Ali Peygamberimizin şu hadisini nakletmektedir “Her kim benden sonra hilyemi görürse, beni hayatımda görmüş gibidir. Ve kim ki bana şevkle bakarsa, Allah onun üzerine cehennem ateşini haram kılar…”Bu müjdeyi alan sahabeler Hz. Peygamber’in siret ve suretini hafızalarına nakşederek, onu göremeyenlere resim ve heykelden uzak durulmuştur. Bunun sebebi zaman içerisinde resmi/heykeli yapılacak/dikilecek kişilerin zamanla beşeriyetten insanlıktan uzaklaştırılabileceği düşüncesiydi. Bunların yerine ifade yönüyle tesiri daha kuvvetli olan tarife önem verilmiştir. Hz. Peygamber’in sağlığında onun fiziki güzellikleri, asırlar boyunca hatırlanabilmesine imkân tanıyabilmek için başta Hz. Ali olmak üzere pek çok sahabe tarafından tarif edilmişti. Bunların içerisinde en bilineni Hz. Ali’ye ait olanıdır. Bunun yanında Hz. Aişe’nin, Hz. Hasan ve Hüseyin’in, Ebu Hüreyye’nin ve diğer sahabelerin tariflerine de siyer kitaplarında rastlanmaktadır. Nitekim Ümmü Ma’bed’in tarifindeki Hz. Peygamber’in özellikleri Hz. Ali’nin tarifinden daha detaylıdır.“Hilye” kelimesi hat sanatında Peygamberimizin sav görüşünü anlatan Hadis-i Şerif ile dört halifesi ve torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in isimleri bulunan güzel hatlarla yazılmış levhaları ifadede kullanılmaktadır. Peygamberimizin sav ahlâkî ve fizîkî güzelikleri hattatlar tarafından kâğıdın müşfik yüzüne aktarılması olan hilyeler hat sanatında bir güzide gelenek haline asırlar boyunca en güzel hilyeyi ortaya çıkarabilmenin gayreti içerisinde sanatı uçsuz bucaksız bir okyanusa benzetilecek olursa, hilyeler de şüphesiz bu okyanusa hayat veren büyük denizler büyük bir heyecan içerisinde asırlar boyunca en güzel hilyeyi yazmanın tatlı telaşını ve huzurunu yaşaya gelmişlerdir. Müzehhipler ustalıklarını hilyeler üzerinde göstermişler ve neticede güzellikleri aktarılmakta güçlük çekilen devasa hilye levhaları ortaya arasında Hz. Ali’nin daha çok bilinen tarifinin hilye şeklinde yazılması bir gelenek halini almıştır. Hilye levhalarında Hz. Ali’nin rivayeti ile günümüze kadar yazılan; gönülden gönüle, hilyeden hilyeye aktarılan ifadeler aşağıdaki şerif, hilye-i saadet ve hilye-i nebevî olarak da kullanılan hilye kelimesi, halk arasında hat sanatına dair en fazla bilinen obje olmuştur. Hilyelerin bulunduğu yerlerin madden ve manen emniyet içerisinde olacağına inanılmıştır. Hilyelerin Hz. Peygambere sav hürmeten küçük kâğıtlara yazılarak insanlarımızın kalbinin üzerinde taşındığı bilinmektedir. Hat sanatı tarihinde şimdiki formuyla ilk hilyeyi Hattat Hafız Osman tertib bu tertibin detaylarına yer pek çok değişik formda yazılmakla birlikte klasik hilyelerde aşağıdaki bölümlerin bulunmasına özen makamBu bölümde değişik yazı stilleriyle besmelelere yer verilmektedir. Bu besmeleler genellikle celî büyük olarak bölümde, hilyede yer alacak olan Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerinin çoğuna yer verilir. Bu bölüm mevcut hilyelerde daha çok dairevî şekilde kullanılmış olsa da, hilyelerin bir kısmında oval ve dikdörtgen şekillerinde göbeklere rastlamak mümkündür. Bazı hilyelerde baş makamın sağ ve sol taraflarına Lafza-i Celâl ve İsm-i Nebî yazılarak, servi formatında koltuk kısmına kadar devam eden bölgeye Esma-i Hüsna ve Esma-i Rasül yazılmıştır.Hattat Abdülkadir Efendi, Hattat Mahmud Celaleddin’e ve Hattate Esma İbret Hanım’a –ki Hattat Mahmud Celaleddin’in hanımıdır- ait hilyeler böyledir.3-HilâlBu bölüm bütün hilyelerde bulunmaz. Hilâl, eğer hilyede yer alıyorsa yeşil ya da kırmızı altınla süslenir. Altının üzerine tezhip motifleri tatbik edilir. Hz. Peygamber’in nurunun on sekiz bin alemi kaplaması siyer kitaplarına konu olmuştur. Hz. Peygamber’in yakın ashabından Hz. Enes bin Malik’in konuyla ilgili bir rivayeti vardır “Ben Hz. Peygamber’den daha güzel bir zat görmedim. Mübarek yüzünden sanki güneşin nurları akardı. O güzel yüzünde parlayan letafet nurları, gülümsedikçe güzel dişlerinden saçılan tatlı parıltılar, karşısındaki duvarlara aksederdi.”Bu sebeple Sevgili Peygamberimize hürmeten hilyelerin göbek bölümlerinde güneşe ve hilâle yer verilmiştir. Hilyelere dikkatlice bakıldığında süslemelerin hilâlin dışında kalan kare şeklindeki sahada yoğunlaştığı görülecektir. Tezhibin süslemenin yoğunlaştığı bu bölgeye çoğunlukla dört halifenin isimlerinin yazılması bir gelenek halini almıştır. Bu bölümde dört halifenin isimlerinin yanında Sevgili Peygamberimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in isimlerine de yer verilmiştir. Bu bölümde halifelerin isimleri yazılmayarak peygamberimizin dört meşhur isminin Ahmed, Mahmud, Muhammed, Mustafa veya Ahmed, Mahmud, Hâmid, Hamîd yer aldığı hilyeler de mevcuttur. Bazı hilyelerin bu bölümünde dört halifenin isimlerinin yerine cennetle müjdelenen on sahabenin isimleri yer almaktadır. Nadir de olsa bazı hattatlar hilyelerin bu kısmına Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilen 28 peygamberin isimlerini yazmayı tercih Ebubekir Ömer Osman Ali KerîmeBu bölümde Sevgili Peygamberimizle ilgili ayetlere yer verilir. En çok da Enbiyâ Suresi’nin 107. Ayeti “Ve mâ erselnâke illâ rahmete’n lil-âlemîn”, “Biz seni âlemlere ancak rahmet olsun diye gönderdik” ayeti kullanılır. Bu ayetin dışında üç ayet daha vardır ki kullanım sırasına göre şöyle Suresi’nin 4. Ayeti “Ve inneke le-alâ hulukin azîm”, “Hiç şüphesiz, sen büyük bir ahlâk üzerindesin.”Fetih Suresi’nin 28 ve 29. Ayetleri “Ve kefâ bi-llahi şehîden Muhammedu’n rasülullah”, “Muhammed’in Allah rasulü olduğuna Allah’ın şehâdeti yeter.”Saf Suresi’nin 6. Ayeti “Ve mübeşşiran bi rasülin ye’tî min bağdi’smuhû Ahmed”, “…Ahmed isminde bir rasulü de müjdeleyici olarak geldim…”9-EtekBu bölümde hilye metnine devam edilir. Bu kısmın sonunda hilyeyi yazan hattatın ismi, imzası, dualar ve hilyenin yazıldığı tarih 11-KoltukBu bölüm, hilyenin etek kısmını kuşatan iki boşluktan oluşmuştur. Koltuk adı verilen bu bölümlerde tezhip motiflerine yer verilir. Bazı hilyelerin koltuk bölümlerinde “Levlâke levlâk lemâ halaktül eflâk”, “Sen olmasaydın sen olmasaydın Habib’im ben bu âlemleri yaratmazdım” kudsî hadisi kaynağını vahiyden alan hadis yer hilyelerde hemen her çeşit yazı stilini kullanmışlardır. Baş makam ve ayet bölümlerinde kullanılan yazılar celi büyük tutulmuştur. Hilyelerde standard bir ebad yoktur. Bununla birlikte günümüze kadar ulaşan hilyelerde kâğıt genişliğinin 50 santimetreden büyük tutulduğunu söyleyebiliriz. İstanbul’da bazı camilerde devasa hilyeler ŞERİF YAZILACAK KÂĞIT TİTİZLİKLE SEÇİLİRHilye yazılacak kâğıt hattatlar tarafından titizlikle seçilmektedir. Bu noktada en önemli husus kâğıt renginin gözü yormaması; estetiğe ve tezhibe uygun olmasıdır. Hilyelerde daha ziyade çay renkli; açık nohut ve kirli sarı renkli kâğıtlar kullanılmıştır. Bazı hilyelerde hafif zeminli ebruların da kullanıldığı göze çarpmaktadır. Bir kısım hilyeler vardır ki tezhiplendikten cam çerçevelerde muhazafa edileceği yerde yazıldığı ve tezhiplendiği haliyle dekoratif tahtaların üzerine yapıştırılmıştır. Bu hilyeler zamanla güneş ışığı, haşarat ve rutubete maruz kalarak sanat kıymetini yitirmiştir. Hat sanatı geleneğinde ayrı bir önemi bulunan hilyeler, bazan icazetname/diploma olarak da yazılmıştır. Hattatlar, öğrencilerinin hazırlamış olduğu hilyelerin etek bölümüne icazeti yazmaktaydılar/ Hafız Osman tarzıHilye-i Şerif’i ilk olarak levha tarzında düşünen ve bugünkü klasik tarzını tertipleyen Hattat Hafız Osman’dır Hafız Osman’dan sonra da levha tarzı hilyeler, Osmanlı hattatları tarafından aşk ve şevkle hüsn-ü hatla yazılmış, tezhiplenmiş ve 17. asırdan günümüze kadar emsalsiz numuneleriyle bizleri şereflendirmişlerdir. Hafız Osman’dan sonra şekil ve metinlerde bazı farklı tertipler yapılmışsa da “Hafız metni ve tertibi” klasik vasfını yazılı levha tarzı hilyeler hüsn-ü hat ile yazılıp tezhiplenerek ahşap levhalara levhaların da üst kısımları taçvari oyma kesilip ve sağ-sol yanlarına Mekke-Medine minyatürlerinin yapıldığına Hafız Osman hilye tertip ve metni hakkında bilgilere geçmeden birkaç hususu açıklamak faydalı olur. Şöyle ki; hilye, Osmanlı’da sadece Hz. Peygamber için yazılmamıştır. Osmanlı hattatları çeşitli hilyeler tertipleyerek Hz. Adem’den, Hz Muhammed’e kadar 28 peygamber, Aşere-i Mübeşşere, din ve tarikat büyükleri için de hilyeler Hafız Osman tarafından tertip edilen hilye levha, 13 bölümden meydana Baş makam Buraya Besmele veya euzu besmele, bazı hallerde de içinde Besmele bulunan Neml Suresi’nin 27-28-29-30. ayetleri Göbek Hilye metninin büyük bir kısmı burada yer alır. Bu bölüm genel olarak daire tarzında tertip edilmiştir. Bazı hattatlar, bu bölümü bazen oval, bazen de dikdörtgen veya kare tarzında tasarlamıştır. Klasik tertibi daire Hilal Eğer göbek daire tarzında tertip edilmişse, uçları baş makama doğru uzanan ve göbeğin üstünde hafifçe birleşen, genişliği orantılı kalınlıkta olan ve göbeği saran bir hilal Bu bölümler göbeğin sağ ve sol, alt ve üst kısımlarında yer alır. Umumiyetle dört halifenin isimleri yazılır. Bazı hilyelerde Hz. Peygamber’e ait dört isim yer alır. Bazılarında ise göbek etrafında daire sayıları arttırılarak, dört halifeye ilave olarak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, bazı hilyelerde ise Aşere-i Mübeşşere’nin isimleri Bu bölümde Hz. Peygamber’in övüldüğü ayet yazılır. Burada daha çok Enbiya Suresi’nin “Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik” mealindeki 107. ayeti yazılır. Bazı hilyelerde bu bölüme Kelime-i Tevhid veya “Hiç şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerinesin“ Kalem Suresi, 4 veya ”Muhammed’in Allah’ın resulu olduğuna Allah’ın şahadeti yeter” Fetih Suresi, 28, 29 ayetlerinden biri de Etek bölümü Hilye metninin tamamlandığı ve bir duanın yer aldığı, ayrıca sona doğru hilyeyi yazan hattatın imzası ismi ve tarihin yazıldığı kısımdır. Eğer hilyenin göbeğine hilye metni sığmışsa bu bölüm Koltuk bölümleri Bazı hallerde hattatın künyesi yazılırsa da umumiyetle buraları tezhip için İç pervaz Bu bölüm, hilyenin iç çerçevesidir ve müzehhip tarafından zencerek denilen motifle veya cetvel çekilerek hilyenin sınırları Dış pervaz Bu bölüm müzehhip tarafından bezeme gayesiyle bölümünde yer alan hilalin içi bazı hallerde altın varakla sıvanır, eğer altın kullanılmazsa buraya göbek dışı ile ahenkli bezeme yapılır. Göbek bölümü ile ilgili ikinci husus Hz. Peygamber Efendimize atıfta bulunulmak için, ”Efendimiz’in bu âlemi nuruyla aydınlattığını” sembolize edebilmek için göbek, güneş; hilal ise onu saran ay olarak tasarlanmıştır. Hüsnü hat dışındaki bütün bölümlere müzehhibler tarafından bezeme şemailiHafız Osman’dan bu yana günümüze kadar devam eden klasik hilye tertiplerinde, hilye metni Arapça yazılı olduğundan, bugün de metinler Arapça yazılmaktadır. Bu metnin Türkçe tercümesi şöyledir” Hazreti Ali, Resül-i Ekrem’i şöyle tavsif ederdi Peygamber Efendimiz ne çok uzun ne de çok kısa idi. O kavminin orta boylusu idi. Saçları ne çok kıvırcık ne de dümdüz idi; hafifçe dalgalı idi. Yüzü hafif değirmi ve dolgunca idi, yüzünün rengi pembe beyaz, gözleri siyah, kirpikleri sık ve uzun, kemiklerinin eklem yerleriyle omuz başları irice idi. Vücudu kılsız olup sadece göğsünden göbeğine doğru inen ince tüy şeridi vardı. El ve ayak parmakları kalınca idi. Yürürken meyilli ve engebeli yerde yürürcesine ayaklarını sürtmeden sertçe kaldırır ve adımlarını uzunca atardı. Bir kimseye baktığı zaman yalnızca başını çevirerek değil bütün vücudu ile o tarafa yönelirdi. Sırtında iki kürek kemiği arasında peygamberler zincirinin son halkası olduğunu gösteren nübüvvet mührü en cömerdi, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en arkadaş canlısı idi. Kendisini ilk defa görenler onun mehabeti karşısında sarsılırlar, fakat dostluk kurup sohbetinde bulunanlar onu çok severlerdi. Efendimiz’i övmek isteyen kimse, “Ben ondan önce ve sonra eşini ve benzerini görmedim” derdi. Allah’ın salat ve selamı onun üzerine olsun! ”Bu metnin yer aldığı hilyeler bazen cebe sığması için üçe katlanır tarzda yazılır ve katlama yerleri bez veya deri yapıştırılmış murakkalar olarak da icazatnamesi HilyeBir hattat için en ehemmiyetli iki hadise vardır. Birincisi hilye, ikincisi ise Kur’an yazmak. Bunlar hattatlar için şereflenme mertebesidir. Birçok hattatımız icazetlerini hilye yazarak almışlardır. Yazdıkları hilyenin imza bölümünde kendi imzası yanında kendisine bu ustalık belgesini veren hattat veya hattatların da imzaları yer alır. Levha tarzında hilye tertibi ve yazılarak tezhiplenmesi sadece Osmanlılara has bir haslettir. Bu da Osmanlı dinî kültürünün çarpıcı gönül ve zevki selim yüceliğinin rivayetlere göre Hz. Muhammed’in şemaili* Ebu Hureyre’nin naklettiği rivayete göre Peygamber Efendimiz’in şemaili şöyle “Peygamber Efendimiz, orta boylu idi, fakat uzuna daha yakındı. Beyaz tenli idi. Sakal kılları siyahtı. Dişleri çok güzeldi. Gözlerinin kirpikleri sık ve uzundu. İki omuz arası genişti. Yanakları ne şişkin, ne de çöküktü. Ayağı bütünüyle yere basardı. Bütün vücuduyla öne döner ve bütün vücuduyla arkaya O’ndan önce ve ne de O’ndan sonra güzellikte O’nun gibisini görmedim.”* Sahabe-i Kiram’dan Câbir bin Semure Efendimiz’in fizikî hâlini şöyle rivayet etmiştir “Ben mehtaplı bir gecede Peygamber Aleyhisselam’ı gördüm. Üzerinde bir cüppe vardı. Resulullah’ın nurlu yüzü ile ayın yüzünden hangisinin daha güzel olduğunu tespit etmek maksadıyla önce Allah’ın Resulü’nün yüzüne baktım; daha sonra da aya baktım. VAllahi bana göre, Peygamber Efendimiz’in o mübarek yüzleri aydan çok daha güzeldi.” * Sahabeden Berâ bin Azib Resulullah Efendimiz’i şöyle tarif etmiştir “Peygamberimiz Efendimiz orta boylu idi. İki omuzlarının arası genişçe idi. Saçları, kulak yumuşağına kadar inerdi. Peygamber Aleyhisselam o kadar güzeldi ki, ben ondan daha güzel bir kimse görmedim.”Osmanlı’da Hilye-i Şerifİstanbul’da büyük zararlara yol açan yangınların artması üzerine Abdülhamid Han tarafından, bu yangınlara manevî bir önlem olarak Hicri 1304 yılında, hattat Ahmet Arif tarafından yazılmış bir Hilye-i Şerif, matbaada bastırılarak İstanbul’daki işyeri ve evlere Hilye-i Şerif’te Peygamber Efendimiz şöyle tarif edilmiştirReisü’l-Müctebi Muhammedü’l Mustafa hilkatçe ve ahlakça nev’i benî Âdem’in ekmeliydi. Bütün enbiya-i azim aleyhisselam tamm’ül aza ve güzel yüzlü olub, Habib-i Hüda onların en güzeli idi. Cismi paki güzel, bütün azası mütenasip idi. Endamı gayet metbui, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası genişdi. Boynu uzun ve mevzun ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları karnı göğsüyle beraber olup şişman değildi. Ve ayaklarının altı çukur olup düz değildi. Uzuna kırayeb orta boylu, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetliydi. Ne zayıf ne semiz belki ikisi ortası ve sıkı etliydi. Mübarek cildi ise ipekten itidal üzre büyük başlı, hilal kaşlı, çekme burunlu, az değirmi çehreli, subucehu yüzlü idi. Şişman yüzlü, yumru yanaklı değildi. İki kaşının arası açık ve fakat kaşları birbirine karib idi. Çatık kaşlı değildi. Ve iki kaşının arasında bir damar vardı. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzel ve büyücek idi. Gözlerinin akında az kırmızılık vardı. Levni ezher idi. Yani ne kireç gibi ak, ne de kara yağız, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya mail beyaz ve nurani ve berrak olup, mübarek yüzünde nur lemean inci gibi, abdar ve tabdar olup, söylerken ön dişlerinden nur saçılır ve gülerken fem’i saadeti, bir latif şimşek gibi ziyalar saçarak ne pek kıvırcık ne pek düz idi. Ve saçlarını uzattığı vakit, kulak memelerine kadar uzatırdı. Sakalı sık ve tam idi; uzun değildi. Ve bir tutamdan uzununu keserdi. Âlemi bekaya rıhlet buyurduklarında, saçı sakalı henüz ağarmaya başlayıp, başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz kıl nazif, kokusu latif idi. Koku sürünsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan âla kokardı. Bir kimse onunla musafaha etse, bütün gün onun rayihai tayyibesini duyardı. Mübarek eliyle bir çocuğun başını mesh etse rayihai tayyibesiyle ol çocuk, sair çocuklar arasında mâlum vakit dahi pâk ve latifti. Ve sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuştu. Ve İnneke lealiyyü’l halikın azim. Hevası fevkalâde kavî uzakdan işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden görürdü. Ve hep hareketi mutedildi. Bir yere azimetinde, acele ve sağ ve sola meyl etmeyip kemali vakar ile doğru yolunda gider ve fakat sürat ve suhulet ile yürürdü. Şöyle ki; adeta yürür gibi görünür, lâkin yanında gidenler sürat ile yürüdükleri halde geri nur ve melahat, sözünde selaset ve letafet, lisanında talakat ve fesahat, beyanında fevkalade belagat vardı. Beyhude söz söylemeyip, her kelamı hikmet ve nasihat idi. Herkesin aklı ve idrakine göre söz söylerdi. Güler yüzlü tatlı sözlüydü. Kimseye fena söz söylemez ve kimseye kötü muamele etmez ve kimsenin sözünü ve mütevazıydı. Haşin ve galiz değildi. Fakat mehîb ve vakur idi. Gülmesi dahi tebessümdü. O’nu ansızın gören kimseyi mehabet alırdı. Ve O’nunla ülfet ve müsahabet eyleyen kimse O’na canı gönülden âşık ve muhîb olurdu. Ehl-i fazl’a derecelerine göre ihtiram dahi pek ziyade ikram eylerdi. Lakin onları kendilerinden efdal olanların üzerine takdim beytine ve Ashabına güzel muamele ettiği gibi diğer halka dâhi rıfk ve lütuf ile muamele ederdi. Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara da onu yedirir ve onu giydirirdi. Sahiy ve kerim, şefik ve rahim ve halim ve vaadinde sabit ve kavlinde sadık idi. Hüsnü ahlakça ve akıl ve zekâvetçe bütün halka faik ve her türlü medh ve senaya sureti güzel, misli yaratılmamış bir vücud-u mesud ve mübarek idi. Allahümme salli aleyhi ve ala alihi ve sahbihi enbiyadan hulasa olunmuştur./ Hukuku imtiyazı mahfuzdur. / Matbuayı Osmaniyye’de tab El fekir, esseyyid, El Hac Ahmed Arif. 1304 Hicri Miladi 1883HİLYELERİN TEZHİBİHilyelerin tezhibinde en önemli malzeme altın ve boyadır. Önceki dönemlerde tezhipte tabii malzemelerden üretilen pastel renklerin çoğunlukta olduğu toprak boyalar kullanılmaktaydı. Altının dışında topraktan imal edilen boyalar mevcuttu. Bu sebepledir ki asırlar öncesinden tezhiplenen hilyeler günümüze kadar gelebilmiştir. Bugün tezhip sanatında genellikle hazır boyalardan yararlanılmaktadır. Altını hariç tutacak olursak, diğer tezhip malzemelerinin tamamı kimyevidir. Hattatlarımızın kullandıkları kâğıtlarda asit oranı oldukça fazladır. Bu da eserlerin ömürlerinin oldukça kısalmasına sebep olmaktadır. Günümüzde yapılan eserlerin ömrünün bir ya da bir buçuk asır olduğu belirtilmektedir. Hilyelerde dönemlere göre yapılan tezhip formları ve kullanılan renkler değişmektedir. Bununla birlikte mevcut hilye örneklerine baktığımızda zeminlerde siyah, mavi, lacivert nadiren kahverengi ve yeşil ve bu renklerin yakın tonlarının tercih edildiğini, çiçeklerde pastel renklerinin sarı, mavi, pembe kullanıldığını tezhibinde kullanılan çiçek ve yaprak motifleri müzehhibin yaşadığı asırdan izler taşır. XVI. yüzyıl klasik motiflerinin sonraki asırlarda kısmen de olsa terk edildiği, Lale Devri’nde lale, gül ve çiçek motiflerinin sıklıkla kullanıldığı, XIX. yüzyılda da Barok ve bunun bir çeşidi olan Rokoko üslûbuna hilyelerde yer verildiği görülmektedir. Günümüz tezhip sanatçıları hilyelerde sıklıkla tezhip sanatında doruk noktada bulunan XVI. yüzyıl klâsik tezhip motiflerini kullanılmaktadırlar. Beytullah’ın, Mescid-i Nebevî’nin ve Medine’nin kimi hilyelere minyatür tekniğiyle nakşedildiği dönemlerde olduğu gibi günümüzde de hattatlarımız hilyeleri en güzel bir şekilde yazmanın gayreti içerisindedir. Gerek yekpare gerekse parçalar halinde yazılan hilyeler, usta bir mücellidin tezgâhından geçerek murakkaa gerilmekte, ardından narin bir müzehhibin/müzehhibenin fırçasından damlayan altınlar, hilye levhalarını aydınlığın devam etmesi sanatseverlerin ortak asarda klasik sanatlarımızın itibarı daha da artacak; sanat ve sanatkâr hak ettiği yere Şerif hakkında birkaç menakıb* Hilye-i Şerif’i Yazan İlk Hattat Hafız Osman EfendiHafız Osman Efendi bir gece rüyasında, Resûl-i Ekrem Efendimizi görmekle şereflenerek aldığı emir üzerine, ilk defa levha şeklinde Hilye-i Saâdet’i yazdı. Bu hilyelerde Resûl-i Ekrem Efendimizin şemâil-i şeriflerini, mübarek yüzlerinin şekillerini, Hz. Ali’nin rivayetine göre tarif etti. Asırlarca elden ele, duvardan duvara dolaşan Hilye-i Saâdet levhaları, Cemâl-i Resûlullah’a âşık insanların yetişmesine vesile oldu. Onun mübarek şemâil-i şeriflerini geceleri rüyalarında, gündüzleri âşikâre gören bu mübarek insanlar Hattat Hafız Osman Efendiye binlerce duâlar gönderdiler.* Halife Hârun Reşid’e Sunulan HediyeRivâyete göre bir gün Halîfe Hârun Reşid’in huzuruna dilenci kılıklı bir zât gelip şöyle der* “Ey Melik! Sana öyle bir hediye getirdim ki; senden evvel gelen hiçbir melik onu görmüş mücevherlere sahip olmak ister misin?Halife meraklanır ve;* “Göster bakalım,” üzerine adam, sarığının içinden, katlanmış bir kâğıt çıkarıp uzatır. Kağıtta Sevgili Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri’nin hilyesi Onun sûret ve sîretini-vücut ve ruhyapısını anlatan bir yazı vardır. Hârun Reşid kâğıttaki satırları okudukça ferahlar ve fakire bağış üzerine bağış yapar. Her cümlede ayrı bir ihsanda bulunur. En sonunda da sırtında ki musanna çok güzel bir sanat eseri olarak dikilmiş kaftanını çıkarıp omuzlarına koyar ve onu zengin bir kişi olarak yolcu aşkına tutulmuş olan Halife, bütün gün elindeki kâğıtta yer alan satırları tekrar okur ve ezberler. Geceleyin Fahr-i Kâinat Efendimiz onun rüyasına girer ve kendisine şöyle der-“Ey Hârun! Hilyemi görüp sevindiğin ve onu sana getiren fakire sayısız ihsanlarda bulunduğun için, şimdi ben de şu haberi vererek seni sevindireceğim. Allah Teâlâ bana buyurdu ki”* “Ya Muhammed Hilyeni gören şâd mesrur, gönlü ferah olsun. Onu üzerinde taşıyan belâdan emîn olsun. Kıyamet gününde de cehennem ateşi ona haram olsun. O kişi ne bu dünyada, ne de ukbâda azap görmesin; dîdârımı Cemâlimi görmeye lâyık olsun.” Amin! FELAK SURESİ De ki Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe Deki? Neyi demeli, iletmeli, anlatmalı. Kime söylemeli, neyi, nasıl, ne zaman, nerede, niçin, hangi usulle anlatmalı. Anlamayan anlatamaz. Kişi, söyleneni, yani Kuranı düşünmeli, anlamalı, yaşamalı, içselleştirmeli ki aktarabilsin. Bu, ikra emrine benzemektedir. İkra veya gul/deki; okumak, anlamak, ibret almak, yaşamak ve anlatmaktır. Deki, sadece söylemek değil, yaşamaktır, yapmaktır. Deki, soranlara söylemektir/anlatmaktır, gerek duyanlara izah etmektir, tüm insanlığa ilan etmektir. Sığınmak, bir ortamdan/halden, şartlardan, kurallardan kaçınıp, başka bir ortama/duruma, şartlara, kurallara iltica etmektir. Ortamı başkalaştırmaktır. Değişimdir, dönüşümdür. Başka bir deyişle insanı sarmalayan kuralları, şartları bilinçli olarak değiştirmektir. Ayartılardan kaçınıp, Allah’a Kurana iltica etmektir. Hayatı değiştirmektir. Nitekim 7/200 Ne zaman şeytândan bir kötü düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın; çünkü O, işitendir, bilendir. Ayetinde, kötü düşünceden kaçınıp Allah’a sığınmak, yani o konudaki ayartılardan uzaklaşıp Kuranın ilke ve ölçülerine uymak gerektiği vurgulanmaktadır. Felahın Rabbine sığınmak, her türlü konumdan, şerden, olumsuzluktan sıyırıp, aydınlığa, nura, huzur ve mutluluğa, cennete ulaştıran Rabbin terbiyesine girmektir. Hayata rehber, nur olarak indirilmiş olan vahye uygun yaşamaktır. Yoksa, karanlıklara, ahlaksızlığa, cehalete, dış ve iç pohpohlanmaya, neffesatil fil ukadlara, bağımlısı esiri olunanlara, hasetçilere değil, bunlardan sıyırıp çıkaran Rabbe sığınılması gerekmektedir. Rabbe sığınmak, Onun Vahyine uymaktır. Kuran ölçüsünü rehber edinmektir. Sorunlarla/ayartılarla karşılaşınca yine bunlardan, Kurana iltica edip Allah’tan yardım almaktır. Sadece Allah’tan, Kurandan yardım, ölçü, ilke ölçülerine göre yeniden yapılanmaktır. Değişmektir. Kuran ahlakına dönüşmektir. Kuranı Kerimi ve kitabı kainatı okumak, anlamak, ders çıkarmak ve bunları yaşamaktır. Sadece Kurandan yardım, ölçü, ilke almak ve ona göre davranmaktır. Allah’a güvenmek, bağlanmak ve öğretisine uygun yaşamaktır. 1/5 İyyake na'budu ve iyyake nesteîn. Ancak sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz! İlkesini hayatlaştırmaktır. İlk sure olan Fatihadan Nas suresine kadar her türlü misalle, döndürüp döndürüp, ayrıntılarla, noksan bırakmaksızın, apaçık anlatılan vahye, vahyin ilke ve ölçülerine uygun yaşam sürmektir. Sorunlarla karşılaşınca yine Allah’tan, Kurandan yardım almaktır. Kuran ölçülerine en zirve manaya evrensel ilkesine göre yeniden yapılanmaktır. Sadece Allah’tan, Kurandan yardım, ölçü, ilke almaktır. Her türlü misalle, döndürüp döndürüp, ayrıntılarla, noksan bırakmaksızın, apaçık anlatılan vahye, vahyin ilke ve ölçülerine uygun yaşam sürmektir. Kimden sığınılmalıdır İnsanın iç ve dış alemindeki veya toplumdaki, ins ve cins, yani görünür görünmez tüm ayartılardan, tüm şerlerden, cehaletten, ahlaksızlıktan, etki ve baskı altına alan bağlardan, tutkulardan, hasetlerden cehennem gibi yaşamdan kaçınıp, Kuran ölçülerine iltica etmektir/sığınmaktır/bağlanmaktır. Doğru ve güzel olana kilitlenip, tüm ayartıları aşıp, bu yolda çabalamaya devam etmektir. Şöyle ki Yarattığı şeylerin şerrinden, Halak ne anlamda kullanılmıştır. 68/4 Ve inneke le'ala hulukin 'azîm. Ve sen, büyük bir ahlâk üzerindesin, ayeti uyarınca halak ahlaktır; ma halak da ahlaksızlık olarak da anlaşılmaktadır. Halak; o varlığın ahlakı, yaratılışı, amacı, yaşam programı gibi geniş anlamda ele alınmaktadır. Yerin göğün halakı denildiğinde, bunların yaratılışlarını, hareketlerini, programlarını, amaçlarını kapsayan bir hal ve hareketler bütünü anlaşılmaktadır. Bu nedenle, yaratılış amacı dışındaki hallerin oluşturduğu tüm ahlaksızlıktan uzak durulmalıdır. Şerre, Kuran dışı ahlaka ve yaşama yönlendiren tüm etkilerden, ayartılardan, melekelerden, ahlaksızlıktan Kuran terbiyesine iltica edip sığınılmalıdır. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden Gece şer olarak alınabilir mi? 6/96 Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı vakitlerin bilinmesi için birer hesap ölçüsü yapmıştır. Bu, o üstün ve bilenAllâhın takdiridir. 25/47 O, geceyi sizin için elbise, uykuyu dinlenme, gündüzü de kalkıp çalışma zamanı yaptı. benzeri ayetler uyarınca gece maddi anlamda şer olamaz. Bu nedenle gece/karanlık/karanlığın kaplamasından amaç, cehaletten, bilgisizlikten, yobazlıktan, atalar dinine ve geleneklere körü körüne bağlanmaktan kaynaklanan yani her türlü Kurana aykırı halden doğan karanlıktan/şerden bahsederek Kuran öğretisine ve ölçülerine teslim olmayı anlatmaktadır. Düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadınların şerrinden, Akla, kalbe, düşüncelere yapılan üfürmelerden/uydurmalardan, etkilemelerden, baskı ve tehditlerden kaçınıp Kurana, Allah’a sığınmayı, Kuran ilkelerine bağlanmayı açıklamaktadır. Ayette büyücülerden veya büyücü kadınlardan değil, adeta büyülenecek kadar etki altında kalarak iradesini kullanmamaktan doğan şerden bahsedilmektedir. Zira, Kuranda 20/69 Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün/sahirin hilesidir. Büyücü/sahir de nereye varsa iflâh olmaz!" 23/89 "Her şeyin yönetimi Allah'a âittir" diyecekler. "O halde nasıl büyüleniyorsunuz?" de. 15/15 Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz büyülenmiş bir topluluğuz," derlerdi. ayetiyle, bunların bir hile, aldatma, göz boyama ve etkileme olduğu vurgulanmaktadır. Neffâsâti fil ugad, insanlar ile Kuran arasına giren ve aklını, düşüncesini iptal eden, onu tesir altında bırakan, üzerinde nüfus ve etki oluşturan, tutsak ve bağımlı kılan maddi veya manevi, tüm his, düşünce, inanç, kabullenim ve yargılardır ki, bunlardan sıyrılıp Kuran deryasına girmektir. Tekasür ve Hümeze Sürelerinde açıklanan, uğruna ölesiye koşturduğu, yaşam amacı haline getirdiği, mal, mülk, makam, şöhret, benlik, ün, oyun, eğlence vb tüm unsurların etkisinden, bağımlılığından, tutkusundan, köleliğinden kurtulup, Kuran terbiyesine göre yaşam amaçlarını yeniden yapılandırmaktır. Yine, çoğulu nüfus ve cemaatler, gruplar anlamına da gelen nefese kelimesi bağlamında, insanların akıllarına ipotek koyan anlamazsınız, bilemezsiniz, siz kimsiniz, ne anlarsınız, ancak hoca efendiler bilir diyerek düşünme yeteneklerini iğdiş eden; Kuran ölçülerine vurmadan, akletmeden, düşünmeden, sorgulamadan, arka planını araştırmadan gurubun, cemaatin, efendi hazretlerinin vb söylevlerini, haktır ve doğrudur diyerek kabul etmeye zorlayanların, onları bağlayanların, tutsaklaştıranların şerrinden kaçınıp Kurana dönmek ve ikra yapmaktır. Yani, Kuranı Kerimi ve kitabı kainatı; okumak, anlamak, düşünmek, ibret almak yaşamak ve anlatmak suretiyle Allah’a sığınmaktır. Ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden Allah'ın verdiği bir nimet ya da faziletin başkasında olmasına razı olmama ve o nimetlerin ondan alınması veya uzaklaştırılması amacıyla hareket eden hasetçilerin, tüm tuzaklarından ve ayartılarından yine Allah’a sığınmak, Kuranın rehberliğine uymaktır. Zira, aşağıdaki ayetlerde 2/105 Nankör olan bazı Kitap ehli kimseler de, müşrikler de size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Oysa Allâh, rahmetini dilediğine tahsis eder, Allâh, büyük lutuf sâhibidir. 2/109 Kitap sâhiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allâh emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allâh, her şeye gücü yetendir. 4/54 Yoksa Allâh'ın, lutfundan insanlara verdiği yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrâhim soyuna da Kitabı ve hikmeti vermiş ve onlara büyük bir mülk vermiştik. Açıklandığı üzere hasetçilerin hedefi insanı Kurandan uzaklaştırmaktır. Felak suresi, “icat edilmiş ve icat edeni esir alan korkuların terbiyesine dairdir M İslamoğlu”. “Yarattığı varlıkların, bastıran cehalet karanlığının, insan bedenini körelten müdahalelerin ve sonuçta bütün bunların asıl nedeni olan haset duygusunun şerrinden Allah’a sığınılmasını Okuyan”. “Müslümanların maruz bırakıldıkları işkenceler karşısında Allah’a sığınmalarını bildiren ve Allah’tan hangi konularda yardım istenmesi gerektiğini öğreten birer “Her türlü kötülükten ve serlerden Allah'a sığınılır S Ateş”. İnsanın tüm ayartılardan, ahlaksızlıktan, karanlık işlerden, her türlü cehaletten, aklını ve muhakemesini devre dışı bırakan her çeşit nüfus ve otoriteden, esaretten, tutkudan, bağımlılıktan, hayranlık veya büyülenmekten, etkilenmekten, bağlanmaktan, üyelikten, mensubiyetten, düğümlenmekten ve kurandan uzaklaştırmak isteyen hasetçiden, kıskançlıktan ancak kaçınmak suretiyle, tüm bunlardan yarıp çıkaran/kurtaran/Felak olan Rabbin terbiyesine iltica edip, Kuranın ölçü ve ilkelerine göre yaşamak gerektiği vurgulanmaktadır. ARAPÇASI OKUNUŞU YAKLAŞIK MEALİ ١١٣-١ قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ - Gul eûzu birabbil felag. - De ki Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe;١١٣-٢ مِنْ شَرِّ مَا - Min şerri mâ halag. - Yarattığı şeylerin şerrinden,١١٣-٣ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا - Ve min şerri ğâsigın izâ vegab. - Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,١١٣-٤ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى - Ve min şerrin neffâsâti fil - Düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadınların şerrinden,١١٣-٥ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا - Ve min şerri hâsidin izâ hased. - Ve hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden. FELAK SURESİ ÇALIŞMA NOTLARI ١١٣-١قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ - Gul eûzu birabbil felag. - De ki Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe; Kul قُلْ Deki, demek, söylemek, buyurmak, anlatmak, içten söylemek, iftira etme, uydurma, nisbet etme, adlandırma, söz, görüş, inanç, akide, Rabb بِرَبِّ Terbiye eden, kemale erdiren, malik, seyyid, efendi, besleyen bakan, ilah, mabud. “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten” Felâk الْفَلَقِ Yarılıp çıkan bütün yaratıklar, tan, sabah, aydınlık, fecr, iki tepe arasındaki düzlük, suçluların hapishanede ayaklarına vurulan tomruk falaka, cehennem veya cehennemde bir kuyunun ismi, çanak dibinde kalan süt artığı, ekşiyip kesilmiş süt, subuh, enhar, mutlak yaratma, bütün mahlukatın içinde bulunduğu şeyi yırtarak çıkması, eksik ve muhtaç oluşuyla Rabb'e sığınma zorunluluğu. Yırtmak, yarmak en fazla kullanılan Felaq, zaten özünden yeni bir şeyin çıkmasına elverişli bir varlıktan yeni bir varlık çıkartmak anlamına gelirBŞErdeğer. Felak “şafağın aydınlığı” veya “yükselen şafak” terimi, çoğunlukla mecazî olarak “bir belirsizlik [dönemin]den sonra hakikatin ortaya çıkışı”nı anlatır Tâcu'l-ArûsMEsed. Eûzu اَعُوذُ Sığınmak, “bir başkasına iltica etmek, sığınmak” anlamına gelen “اعوذ - e’uzu” sözcüğü ile ifade edilmiştir. Bu sözcük “عوذ - avz” kökünden türemiştir. Kurân’da bu kökten türemiş “عذت - uztü, يعيذون - yeızune , فاستعذ - festeız” sözcükleri de aynı anlama gelmektedir. HYılmaz. Euzu /Sığınmayla ilgili ayetler 2/67 Mûsâ, kavmine "Allâh size bir inek kesmenizi emrediyor." demişti. "Bizimle alay mı ediyorsun?" dediler. "câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım!" dedi. 3/36 Onu doğurunca Allâh onun ne doğurduğunu bilirken yine şöyle söyledi "Rabbim, onu kız doğurdum, erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytânın şerrinden sana ısmarlıyorum." 7/200 Ne zaman şeytândan bir kötü düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın; çünkü O, işitendir, bilendir. 11/47 Nûh dedi ki "Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan ziyana uğrayanlardan olurum!" 12/23 Yûsuf'un, evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kilitleyip "Haydi gelsene!" dedi Yûsuf "Allah'a sığınırım dedi, efendim bana güzel baktı. zâlimler iflâh olmazlar!" 12/79 "Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah'a sığınırız, yoksa biz zulmedenler oluruz!" dedi. 16/98 Kur'ân, okumak istediğin zaman kovulmuş şeytândan Allah'a sığın. 19/18 Meryem dedi ki "Ben senden, çok esirgeyenAllâh'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan bana dokunma." 23/97 Ve de ki "Rabbim, şeytânların dürtüklemelerinden sana sığınırım." 23/98 "Ve onların yanıma uğramalarından sana sığınırım Rabbim." 40/27 Mûsâ dedi "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim sizin de Rabbinizolan Allâha sığındım." 40/56 Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allâh'ın âyetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde, hiçbir zaman erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın, çünkü işiten, gören O'dur. 41/36 Eğer şeytândan kötü bir düşünce, seni dürtecek olursa hemen Allâh'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. 44/20 "Ben, beni taşlayıp öldürmenizden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh'a sığındım." 72/6 Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da onların şımarıklığını artırırlardı. 113/1 De ki Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe; 114/1 De ki "Sığınırım ben, insanların Rabbine. ١١٣-٢مِنْ شَرِّ مَا - Min şerri mâ halag. - Yarattığı şeylerin şerrinden, Şerr شَرِّ Şer, ayıp, kötülük, kıvılcım Halak خَلَقَ Bir şeyin ölçüsünü belirlemek, denkleme, ayarlama, takdir etme, tabiat, huy, mizaç, ahlak, ahlaklandırma, hilkat, şekil almak, değişmek, tasarlamak, kurmak, yaratmak, yapmak. “خلق - halq” sözcüğü Kur’ân’da sadece Allah’ın yaratması için kullanılmamıştır. Meselâ, Fecr sûresinin 8. âyetinde Rabbimiz “Ülkelerde benzeri yaratılmamış olan sütun sahibi İrem’e” demek sûretiyle Babil bahçelerini/kulelerini tanımlarken “لميخلق مثلها - lem yuhlaq mislüha [benzeri yaratılmamıştı]” ifadesini kullanmıştır. Bizler biliyoruz ki, İrem’i yapan, Kur’ân’daki ifadesiyle “halq” eden [yaratan] insanlardır. Bundan başka, Rabbimiz Âl-i Imran sûresinin 49. âyetinde “انّىاخلق لكم - enni ehlüqu leküm [sizin için yaratırım] …” ve Maide sûresinin 110. âyetinde “واذتخلق - ve iz tahlüqu mine’t-tîni [hani sen çamurdan yaratıyordun] …” diyerek yaratma sözcüğünü Îsâ Peygamber için, AnkEbût sûresinin 17. âyetinde “وتخلقونإفكا - ve tahlüqûne ifken [iftira yaratıyorsunuz] …” diyerek müşrikler için örnekler, “خلق - halq” sözcüğünün sadece Allah’a ait olan “yoktan var etme” eylemi için değil, terzinin kumaştan elbise yapması, marangozun keresteden dolap yapması gibi “bir nesneden başka bir şey yapma” veya “uydurma” gibi eylemler için de kullanıldığını Kur’an’da Yaratılış ile ilgili kavramlar Bülent Şahin ERDEĞERKur’an’daki yaratılışla ilgili kavramları inceleyelim. Kavramların Arapça’daki anlam alanlarını Kur’an kelime ve kavram sözlüğü olarak artık bir klasik halini alan Rağıb el-İsfehani’nin Müfredat’ını Dar’ul Kalem, Dimeşk referans alarak inceleyeceğiz0- İBD – ابداع Yoktan eşsiz Yaratmaİbda yoktan örneksiz yaratma demektir. Daha önce tasavvur edilmemiş, varolmayan bir şey’in var edilmesi anlamına gelen bu fiil sadece Allah’a mahsustur. Eşsizlik anlamına gelen “bedi” bu sıfır noktasından var etme kudretidir.“O semâları ve yeri yoktan var edendir…” En’am 6/101“Göklerin ve yerin yaratıcısı O’dur; bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol” der -ve o şey hemen oluverir”. Bakara 2/1171- FATARA- فطر Potansiyel’i YaratmaFatara Allah’ın bir şeyi yaratması ve onu herhangi bir fiili yapmaya aday halde düzenlemesi sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak olan dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran… Rum 30/30Fatara ya da diğer ifadesiyle “Fıtrat” yaratılışın potansiyel FELAQ فلق Potansiyelden açığa çıkartmaFelaq, zaten özünden yeni bir şeyin çıkmasına elverişli bir varlıktan yeni bir varlık çıkartmak anlamına gelir.“Kuşkusuz Allah, tohumu ve meyve çekirdeğini çatlatarak ölüden diriyi meydana getirendir ve diriden de ölüyü çıkaran. İşte budur Allah ve akıllarınız hala nasıl da tersyüz oluyor!” En’am 6/953- KHALQ خلق Bir şeyden Başka bir şeyi ortaya çıkartmak“Khalq” kavramı varolan bir şeyi başka bir şeye dönüştürerek yeni bir şeyi ortaya çıkartmak anlamına gelir. Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan halden hale geçiren ve ondan da eşini üreten ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluk bilincine sahip olun. Nisa 4/1O ki, gökleri ve yeri içsel bir gerçeklik, şaşmaz bir düzen üzere halden hale geçirerek yaratmıştır. İnsanı nutfeden halden hale dönüştürerek yarattı. Böyle iken bakarsın ki o, Rabbine açık bir hasım kesilmiştir. Nahl 16/3-4Hayatın çeşitliliği Allah’ın İşaretlerindendir“Şu hâlde hiç halden hale geçirerek düzenli biçimde yaratan ile, bu işlemi yapamayan bir olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?Allah’ın nimetlerini bu şekilde yarattıklarını/yaratışını saymaya kalksanız, asla böyle bir işin altından kalkamazsınız! Gerçek şu ki, çok acıyan çok esirgeyen gerçek bağışlayıcı elbette Allah’tır…” Nahl 16/17-18İsa as da Khalq etmiştiHalk etme kavramı Hz. İsa’ya izafeten de kullanılmıştır. Bu kullanım da göstermektedir ki halden hale geçirerek oluşturabildiğini de göstermektedir“Ey İsaNasıl Benim iznimle çamurdan, sana uyanların kaderini şekillendirdiğini ve sonra bunun Benim iznimle onların kaderi olabilmesi için ona üflediğini…” 5/1104- ENŞEE انشأ Varolan bir şeyden başka bir şeyin aşamalı olarak üretilmesi/inşa edilmesiEnşee İnşa da bir şeyin aşama aşama geliştirilerek/dönüştürülerek var kılınmasıdır. İnşaa ederek yaratmak Kur’an’da doğadaki şeylerin yaratılması için kullanılmıştır. Örneğin Bulutların “yaratılışı” için şöyle denmektedirO, korku ve ümit vermek için size şimşeği gösterendir, yağmur yüklü bulutları inşa edendir. Ra’d 13/12Enşee kavramı Kur’an’da ayrıca ceninin halden hale dönüşerek insanın vücuda gelmesi için de kullanılmıştır. 23/31, 53/32İlginç olan nokta ise yeniden yaratılış için de bu kavram kullanılmaktadır“Sizin yerinize benzerlerinizi getirmek ve sizi yeniden inşa etmek üzere aranızda ölümü biz takdir ettik. Bu konuda bizim önümüze geçilmez.” Vakıa 56/60-615- CEALE جعل Eskisinin yerine yenisini oluşturmakCeale, bir şeyi uygun hale getirip uygun olmayan halini bertaraf etmek anlamına düşünüp kavrayabilmeniz için Arapça bir hitabe yarattık. Zuhruf 43/3Yukarıdaki 5 kavram da görüldüğü üzere Yaratma fiili sadece yoktan var etme anlamında kullanılmamıştır. Rabbimiz yoktan var ettikten sonra halden hale geçirerek te vardan da yeni varlar var etmektedir. “İlk yaratılış” olarak tanımlayabileceğimiz Varlığın özü yokluktan Allah’ın İradesiyle yoktan yaratılmıştır. Ancak bu başlangıçtan sonraki süreç Fatara, Felaq, Khalq, İnşa ve Ceale kavramlarıyla ifade edilen halden hale geçiş, bir şeyden başka bir şeyin ortaya çıkması anlamında bir yaratılıştır. Halk arasındaki eksik yaratılış telakkisi yaratmanın sadece yoktan yaratma olduğu zannının devamını sağlamıştır. Oysa Allah’ın yaratıştaki sünneti bir şeyi yoktan yarattıktan sonra diğer şeyleri o özden türeterek, vardan başka bir var ederek yaratmasıdır. “Kun fe yekun!” ne demektir?Allah bir şeyin olmasını isterse “ol deyince , oluş sürecine girer”. Burada;1. Allah’ın yoktan var Varlıkları kullanarak var etmesi 3. Vardan var etme sürecinin devam etmesi…Birincisi, Rabbimiz yoktan bir varlığı var etmektedir. Ayrıca dilerse de yok etmektedir. Varlıklara verilen özellik ve yeteneklerde ol emri ile yoktan verilebilmektedir.“O, Tek’tir, Biricik’tir, öyle ki bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der -ve o şey hemen oluş süreci başlar.” Yasin 36/82Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran, “Understanding Islam” adlı eserinde Yasin Suresi 82. ayetten hareketle bahsettiğimiz gibi olma sürecini üç sınıfa ayırıyor. Evrimci yaratılışa “Kun fe yakun” ayetindeki feyekun filinin mudari gelecek kipinde oluşu ve süreci ifade ettiğini belirtiyor. “Be an it is” Yasin 82ol der o da olur. burada “olur” geniş zaman fili yani evrimdir. O halde ilgili ifadeyi Türkçe’ye Mustafa İslamoğlu’nun da yaptığı gibi şöyle çevirmeliyiz “O, ol deyince oluş süreci başlar…”İkincisi ise, Şefkatli olan Allah varlıklardan yeni varlıklar ortaya çıkarmaktadır. Bu konuda Rahman bazı kanunlar koymuştur. Bu kanunlar çerçevesinde olaylar gerçekleşir. Bazıları bu yaratmayı Allah’ın koyduğu kanunlarda ya da varlıklardaki gizli bir güçte aramaktadırlar. Oysa varlığın tanrısal yeteneği yerine bu yaratılma kanunlarından faydalanmak için araştırmalar yapılmalıdır. Fakat bazıları bu varlıklardaki Allah’ın ol emrine uydukları kısmı görememektedirler.”BŞErdeğer. ١١٣-٣وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا - Ve min şerri ğâsigın izâ vegab. - Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Vâkab وَقَبَ Yüksek yerlerden sellerin aktığı çukurlar, dahil olmak, kaplamak, bastırmak, gitmek. Gâsak غَاسِقٍ Şiddetli karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk, korkaklık manâlarında verilerek dolmak, akmak, dökülmek manalarına tekabül etmektedir. Bu suretle gecenin zulmeti hücum edip dolarak pek karanlık olmaya masdar, gâsakan, gûsuk denildiği gibi, ilk koyu karanlığa da isim olarak gâsak denilir . Ğâsık"ın lügat manası "karanlık"tır. Mesela Kur'an'ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur "Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına gaseke'l leyl.." İsra, 78.AKüçük. Çöken, bastıran karanlık”, bundan önceki sûrelerde “Gece” sözcüğüyle ifade edilmiş olan cehalettir, bilgisizliktir, yobazlıktır, atalar dinine ve geleneklere körü körüne bağlanıp kalmaktır. Türkçe’de “bilgisizlik” dediğimiz sözcüğün Arapça’sı “جهل - cehl, cehalet”tir. Cehl sözcüğünün sözlük anlamı “bilmemek, kaba davranmak, gücendirmek, fıkır fıkır kaynamak” demektir. İslâm’ın üzerinde durduğu cahillik, gerçeğin dışında bir şeye inanmak, hakkın tersini yapmaktır. Nitekim Kur’ân kendinden önceki dönemin inanç ve davranışlarına [atalar dinine saplanıp kalmaya] cehalet/bilgisizlik Ümitsizliğin karanlığından yahut ölümün yaklaşmasından MEsed. Gasak, maddi karanlık anlamından daha çok, Kuran dışı ölçülerin hakim olduğu, cehalet anlamında anlaşılması daha isabetlidir. Zira, Kuran, aşağıdaki ayetlerde açıklandığı üzere geceyi dinlenme zamanı bir nimet olarak belirtmektedir. 6/94Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve Ay’ı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizamıdır. 28/72 De ki "Baksanıza, eğer Allâh, üzerinize gündüzü, kıyâmet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'tan başka, size dinleneceğiniz geceyi getirecek tanrı kimdir? Görmüyor musunuz?" 10/67 Geceyi sizin istirahat etmenize elverişli, gündüzü de geçiminizi sağlamanız için aydınlık yapan O'dur. Şüphesiz, bunda işiten bir toplum için ibretler vardır. 16/12 Geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle size boyun eğdirilmiştir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır. 25/47 O, geceyi sizin için elbise, uykuyu dinlenme, gündüzü de kalkıp çalışma zamanı yaptı. 27/86 Görmediler mi, biz geceyi, içinde istirahat etmeleri için yarattık, gündüzü de aydınlık yaptık. Şüphesiz bunda inanan bir kavim için âyetler vardır 30/23 O'nun âyetlerinden biri de, geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lutfundan nasibinizi aramanızdır. Şüphesiz bunda, işiten bir toplum için ibretler vardır. 44/3 Biz onu mübârek bir gecede indirdik. Çünkü biz, uyarıcıyız. ١١٣-٤لنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِوَمِنْ شَرِّ - Ve min şerrin neffâsâti fil - Düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadınların şerrinden, Nefs النَّفَّاثَاتِ “نفّاثات - neffâsât” sözcüğünün kökü olan “نفث - nefs” sözcüğü, nefes etmek denilen üflemektir. Bu da biraz tükürükle veya tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmak anlamındadır. “Nefs” sözcüğünün manası hakkında eski yorumculardan Keşşaf sahibi Zemahşerî “tükürükle üflemek”, Ragıb da “ Nefs , tükrük fırlatmaktır, bu ise tühlemekten daha azdır. Üfürükçülerin ve sihirbazın nefsi de düğümler içine üfürmesidir” Nefese"nin anlamı üflemektir. Nefese'nin çoğulu "neffâse"dir. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek" olur. Eğer bu kelimeyi müennes dişi sigada anlarsak o zaman "çok üfleyen kadınlar" olur. Neffasat” kelimesi müennes bir kelime olduğu için kadınların cinsel cazibelerinin, hile ve tuzaklarının yüreklere işleyen füsunkar tesiri olduğu söylenmiştir. Nefese kelimesinin çoğulu nüfus ve cemaatlerdir. Öyleyse insanlara kendi görüşlerini, kendi gruplarını, kendi ideolojilerini üfleyen, onları Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünnetinden uzaklaştırarak kendi gruplarına, kendi kitaplarına, kendi anlayışlarına çekmeye çalışan, onların düşüncelerine ipotekler koymaya çalışan cemaatlerin şerrinden de Allah’a sığınmamız Neffâsât" ile, "nefs"ler murad, cemaatlar topluluklardır. FRazi.“Lafzen, “düğümlere üfleyenler en-neffâsât” İslam öncesi Arabistan'ında geçerli olan ve bundan dolayı, klasik Arapça'da bütün esrarengiz uğraşları tanımlamak için kullanılan deyimsel bir ibare; muhtemelen bir ipe birçok düğüm atıp ona üfleyen ve bu arada bazı sihir tekerlemeleri söyleyen “büyücülerin” ve “üfürükçüler”in uygulamasından çıkarılmıştır. Neffâsât'ın müennes olması, Zemahşerî ve Râzî'nin işaret ettikleri gibi, mutlaka “kadın”ları kasdettiğini göstermez, fakat genel olarak “insanoğlu”nu ifade ettiğini gösterir enfus, tekili nefs, gramatik olarak müennes bir isimdir. Zemahşerî, yukarıdaki ayet ile ilgili yorumunda, bu tür uygulamaların ve aynı şekilde “sihir” kavramının gerçekliğine ve etkilerine inanmayı kesinlikle reddeder. Benzer görüş Muhammed Abduh ve Reşid Rıza tarafından -daha ayrıntılı bir şekilde ve mevcut psikolojik bulgulara da dayanarak- ifade edilmiştir bkz. Menâr I, 398 vd.. Açıkça akıl dışı bulunmalarına rağmen müminin bu tür uygulamalardan “Allah'a sığınma”sının emredilmesinin sebebi, -Zemahşerî'ye göre- bu tür meşguliyetlerin günah oluşunda bkz. sure 2, not 84 ve bununla uğraşanlar için zihinsel bir tehlike taşımasında Esed”. Büyü insanın duyu organlarını ve hislerini büyücünün istediği tarafa doğru yönlendirir. Zihninde canlandırır. İşte Kur'an'ın Hz. Musa'nın kıssasını verirken tasvir ettiği büyü de budur. Kur'an şöyle buyurmaktadır 20/69 Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflâh olmaz!" 7/116 Siz atın" dedi. Hünerlerini ortaya atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve büyük bir büyü ortaya getirdiler. 23/89 "Her şeyin yönetimi Allah'a âittir" diyecekler. "O halde nasıl büyüleniyorsunuz?" de. 15/15 Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz büyülenmiş bir topluluğuz," derlerdi. Ukad الْعُقَدِ Düğüm, bağ, bağlılık, yönetim, bağ, akit, antlaşma, kesin niyet, sağlama alma, akar, bol ağaçlı yer, arazi, aç hayvanlar, kin ve öfke. Örnek 20/27 Vahlul ukdetem mil lisani. "Dilimin düğümünü çöz". “عقد - Ukad” sözcüğü “ukde” sözcüğünün çoğuludur. Ukde, düğüm bağlamak, düğümlemek anlamına gelen “akd” kökünden türetilmiş bir isim olup “düğüm” demektir. Ragıb, “akd” sözcüğünün öncelikle ipin bağlanması, binanın bağlanması gibi katı cisimlerin bağlanması anlamında, sonra da istiare yoluyla alışveriş akdi, ahid gibi diğer anlamlarda kullanıldığını bildirmiştir. Akitlere [sözleşmelere] üfleyip-tükürenlerin [bozanların] şerrinden” olarak çevrilmesi daha ١١٣-٥وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا - Ve min şerri hâsidin izâ hased. - Ve hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden. Hased حَسَدَ Hased"in anlamı bir şahsın Allah'ın verdiği bir nimet ya da faziletin başkasında da bulunmasından hoşlanmamasıdır. Veya o nimetlerin ondan alınıp kendisine verilmesini ve eğer kendisine verilmediyse başkasına da verilmemesini 2/109 Kitap sâhiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allâh emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allâh, her şeye gücü yetendir. 4/54 Yoksa Allâh'ın, lutfundan insanlara verdiği vahiyler yüzünden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrâhim soyuna da Kitabı ve hikmeti vermiş ve onlara büyük bir mülk vermiştik. SİRETÜ’L-KUR’AN- 19. DERS – ARAÇTAN AMACA BİR HAYAT DERSİ- Değerli dostlar, hepinizi selamların en güzeliyle selamlıyorum es-Selâmu aleykum, sabahu’l-hayr, sabah bi hayr, roj baş, pari rui, good morming, guten morgen, huten morgen, bonjour, bonjorna, dobro utro, cindobre, selamat pagi, ohayoou gozaimasu, zaoen, haberi, şalom aloha… Dünyanın neresinde insanlar birbirlerini selamlıyorlarsa ben de sizleri ve buradan canlı olarak Kur’an’ın hayat yürüyüşü dersimizi izleyenleri öyle selamlıyorum. Zira selam barış parolasıdır. İslam barıştır. Ve bizler barışın büyük elçileriyiz yeryüzündeki. İnsanın kendisiyle barışının; insanın tabiatla, toprakla, suyla, yerle, gökle barışının; insanın insanla barışının, insanın Allah’la barışının ve insanın kâinatla, varlıkla barışının temsilcileriyiz, büyük elçileriyiz. Umarım elçilik görevimizi layıkıyla yapanlardan oluruz. Bugün “Siretü’l-Kur’an Kur’an’ın Hayat Yürüyüşü” dersimizin on dokuzuncusunda yine beraberiz. Hamdolsun, Siretü’l-Kur’an dersleri Kur’an’ın hayat yürüyüşünü anlamak için yaptığımız dersler. Zira Kur’an hayat kitabıydı. Hayat kitabının bir de hayat yürüyüşü vardı. Hayat yürüyüşünü nasıl yaptığını bilmezsek Kur’an’ın hayatımızı nasıl inşa edeceğini de bilmeyiz. Zira bunu bilmediğimiz zaman Kur’an’ın sadece dillerde tekrarlanan yani nakarat olarak seslendirilen, duvarlarda yazılan, bazı dinsizlerin suya okuyup üflediği, elmaya okuyup üflediği, mezara okuyup üflediği, insana okuyup üflediği ama üfürük olan ve havaya karışıp giden ama hayata karışmayan, aklı inşa etmeyen, vicdanı inşa etmeyen, iradeyi inşa etmeyen, ilişkileri inşa etmeyen, insanı inşa etmeyen bir üfürüğe dönüşür. Kur’an’ı üfürüğe dönüştürenler, Kur’an’a hakaret edenlerdir. Onun için, Kur’an’ın hayat yolculuğu dersimizde, bugün yepyeni bir burca tırmanacağız. Kur’an’ın yeni bir burcu, oradan temaşa edeceğiz neler görünüyor bakacağız. Herkes aklının vüsatında, erdiği kadar, gözünün gördüğü kadar görecek. Birikimi kadar, emeği kadar, gayreti kadar görecek. Evet, bugün 20 Ekim 2019. Kalem Suresi araçtan amaca bir hayat dersi. Araçtan amaca bir hayat dersi. Önce sorular. Bu surenin akla getirdiği ilk soruları sorarak başlayayım. Sorular; aklınızın elinde, avucunda dursun. O sorulara ne kadar cevap vereceğiz, siz de bizi böylece sınava tâbi tutmuş olun. Allah yarattıklarına yemin eder mi? Allah’ın yarattıklarına yemin etmesi ne anlama gelir? Kaleme ve yazdıklarına yemin ile kastedilen nedir? Kalemin çağrışımları neler olabilir? Kalem sadece böyle bir şey midir? Cahil sürüler iyilerini nasıl linç ederler? KALEM BİR ARAÇ OLARAK KALEM Bu surenin bize öğrettiği müthiş bir ders. İyilerini linç eden cahil kütlenin en belirgin on niteliğini say deseler Kur’an neyi sayardı? Bu sorunun cevabı. Abdullah oğlu Muhammed; “Allah’ım neden beni seçtin?” diye sorsaydı, Kur’an’dan aldığı cevap ne olurdu? “Neden beni seçtin? Başka kimse yok muydu? Mekke’de başkası yok muydu? Bölgede başkası yok muydu? Dünyada başkası yok muydu? Dünyanın başka bir yeri yok muydu? Neden ben? sorusunun cevabı bu surede. İnşallah bu sorulara cevap aramaya çalışacağız. Önce alt başlığımız, bir kalem. Gördüğünüz gibi kalem deyince aklımıza nedense ya tükenmez kalem geliyor ya kurşun kalem geliyor yahut dolma kalem geliyor. Oysa kalem bir araçtır ve kalem saymakla tükenmeyen bir araçtır. İnsanlık tarihinin kalemlerinden bir kısmını görüyorsunuz. Baştaki taş. Aslında obsidyen doğal cam. İnsanlık ilk defa mağaralara bununla çiziyordu. Ondan sonrası; gördüğünüz kamış. Bilirsiniz tabletler var; Sümer tabletleri, Eski Mısır tabletleri. Çivi yazısı denilen bir yazı kullanılıyor bu tabletlerde. Ama çivi ile alakası yok. Yazıyı çivi ile yazmıyorlardı. Hatta bu tabletlerin yazıldığı dönemde demir henüz yoktu. Yeryüzünde demir vardı ama demir işlenmiyordu, demir çağına girilmemişti. Demir çağına giriş milattan önce en erken 1300’de. Dolayısıyla kamışla yazılıyordu bu tabletler. Killer üzerine yazılıyordu ondan sonra kurutuluyordu veya pişiriliyordu ve bugüne kadar 4000 yıl, 3500 yıl, 4200 yıl, 4500 yıl hatta öncesinden yazılar bize kadar geldiler. Hiyeroglifler olsun diğer çivi yazıları olsun. Ondan sonraki kuş teleği. Aslında bu özel bazı kuşlardan elde ediliyor. Ucu yontuluyor, birtakım terbiyelerden geçiriliyor ve kaleme dönüştürülüyor. Buda hokka ile kullanıldı. Kamış da daha sonra hokka ile kullanıldı. Hokka mürekkep kutusu biliyorsunuz. Her kalemin bir mürekkebe ihtiyacı var. Onun için mürekkep ne idi ona geleceğiz ilerde. Ve ondan sonraki kalemleri zaten siz tanıdınız, kullandınız. Şimdi onların da nerdeyse ömrü dolmak üzere. Evet, kalem bu oldu. Bu böyle, böyle, böyle, böyle yani parmaklarımız bir kalemmiş aslında. Ve biz parmaklarımızla yazıyoruz. Dolayısıyla daktilo, daktilo tuşları bir kalemdi. Gördüğünüz gibi işte klavyeye geçti ve öyle bir noktaya geldik ki kim derdi ki göz kalemdir. Stephen Hawking, ünlü astrofizikçi. ALS hastası, gözü ile yazıyor. Göz hareketleriyle bilgisayara yazı yazıyor. Şu anda onu aştık. Bir ileri aşamadayız Kalem, görüyorsunuz. Bu bir kalem. Gördüğünüz gibi beyne yerleştirilen algılayıcılar, sensorlar ve elektrotlar, ondan algılanan kablolar ve beynin içindeki elektrik, kimyasal elektrik hareketlerinden yola çıkarak beynin yazdığı yazı. Yani düşünceler. Düşünceleri artık beyin doğrudan yazabiliyor. Dolayısıyla alın burada da bir kalem var. Böyle kalem olur mu diyeceksiniz. Ama var. Alın size en son kalem. Facebook’un düşünceleri yazan kalemi. Bu bir kalem. Evet, gördüğünüz bir kalem. Bir yazılımla yönetiliyor ve insanın zihninden geçenler elektrik sinyalleri biçiminde biliyorsunuz beynin loplarında, bölgelerinde elektrik sinyalleri yoğunlaştığı zaman beynin o bölgesinde ne diyor, neyi demek istiyor, neyi imliyor onun bir algoritma vasıtasıyla, kod vasıtasıyla yazıya dönüştürüyor. Bu da kalem. Kalem sadece bundan ibaret midir? Hidrojeni helyumdan, helyumu demirden, demiri kalsiyumdan, kalsiyumu altından, altını cıvadan, cıvayı diğer elementlerden ayıran, yazılımı yazan kalem ne? Eğer o kalem yazmasaydı hidrojenle helyum arasındaki, helyumla lityum arasındaki, lityumla berilyum arasındaki, berilyumla bor arasındaki farkı nasıl fark ederdik? Edemezdik. Elementler olmazdı. Elementler olmasaydı biz bugüne nasıl gelirdik? Kalemi nasıl yapardık? Nasıl yazardık? Grafiti kalemin içine nasıl koyardık? Olmazdı. Dolayısıyla orda bir kalem var. O kalem yazmış ve biz de kullanıyoruz. Hücrelerimizde, ondan önce organik kimyada bir kalem var. İşte, molekülleri birbirine bağlayan kalem. İşte, hidrojenle oksijeni birbirine bağlayan kalem. O kalemin yazılımı olmasaydı su diye bir nimet olmayacaktı. O kalemin yazılımı sayesinde aynı elementten kömür de çıkıyor, elmas da çıkıyor, grafit de çıkıyor. O kalemin yazılımı. Hücrelerimiz bir kalemin eseri. Genlerimiz bir kalemin eseri. Genetik dizilişimiz, genetik kodlarımız. İşte o kalem nasıl yazıyor ki sizinle benim aramdaki o farklılık oluşuyor? O on binde, yüz binde bilmem kaç olan o küçük farklılık. Kardeşimle benim aramda. Babamla, annemle, benim aramda. Sizinle kardeşiniz arasında. Yani Sadık Beyle Musa abimiz arasındaki fark ne? Yani bakarsanız temelde hepsi aynı. Dört bazdan oluşuyor değil mi? Dört asit bazından oluşuyor. Nedir? Efendim adenin, timin, guanin, sitozin hepsi bu dört baz. Ama bu dört baz öyle bir diziliş, öyle bir sıralamayla yazılıyor ki siz oluyorsunuz, o siz oluyorsunuz. Hatta sizinle işte efendim Bonobolar arasındaki fark oluyor. Bu, yüzde bir buçuk civarında. Dolayısıyla sizinle fareler arasındaki fark oluyor. Bu yüzde yetmiş beş yüzde seksen benzerlik. Hatta sizinle eğrelti otu arasındaki fark oluyor. Sizinle eğrelti otu arasında yüzde otuza yakın benzerlik var. Genetik aynılık. Yani siz yüzde otuz eğreltisiniz. Biz yani hepimiz eğrelti otuyuz. Ve orda kardeşliğimiz var, genetik kardeşliğimiz. Dolayısıyla bu anlamda o yazıyı yazan kim? Ve nasıl bir yazı yazmış? O yazıyı yazan kalem ne? O kalem nasıl bir kalemdi? Yine daha makrolara geçersek eğer işte Ay’ı yeryüzünün etrafında dört milyar yıldır döndüren ve ikisini de kendi yörüngesinde Dünya’da uydusuyla beraber Güneş’in etrafında döndüren, Güneş’i de galaksinin içinde bir yılı iki yüz elli milyon yıl süren evet Güneş’in tam bir turu galaksi içinde yaklaşık iki yüz elli milyon yıldır. Nasıl bir yıl? Güneş yılıyla bir yıl; iki yüz elli milyon yıl geçecek de bir, yani güneşin galaksi içindeki turu, bir tur tamamlanacak. Dolayısıyla bütün bu şeyler, bütün bu dönüşler sizce bir kalemin eseri değil midir? Değil midir? Hani demiştim ki Allah varlık sabitidir. Sabitler vardır matematikte. Arşimet sabiti derler. Pi sayısına Arşimet sabiti derler. 3,14. Pi sayısı sana göre bana göre olabilir mi? Yani bir yuvarlağın çapının çevresine oranı. Bu atomda da aynıdır galakside de aynıdır. Mikroda da aynıdır makroda da aynıdır. Çapının çevresine oranı 3,14. Bu değişmez. Bunu sorgulayabilir misin? Bu bir sabittir. Bu bir sabittir. Bu sabiti almayan mühendis hiçbir problemi çözemez. Hiçbir yuvarlak cismi hesaplayamaz. İster cıvata hesaplayın, ister kolon hesaplayın, ister galaksi hesaplayın, ister yeryüzünü hesaplayın. Hiç fark etmez. Onun için bu sabiti böyle kabul edersin. Bu sabittir. Evler sabiti var mesela. Yine Fibonacci sabiti var. Mesela altın oran. Bir çarpı 1,618. Dolayısıyla bu sabitlerin en büyük sabiti nedir biliyor musunuz? Varlık sabiti. Bu ifade bana ait demiştim. Çalacak olanlara duyurulur. Varlık sabiti. Allah varlık sabitidir. O sabiti aldığınızda yerinden, problem çözülmüyor. Birçok karmaşa çıkıyor. O sabiti yerine koymadığınızda sonuç çıkmıyor veya yanlış çıkıyor. “Ben kimim?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Nereden geliyorum?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Nereye gidiyorum?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Niçin varım?” sorusunun cevabı çıkmıyor. “Niçin böyle varız?” sorusunun cevabı çıkmıyor, çıkmıyor… Eyvallah. Kalem deyince görüyorsunuz bir tek yazı kalemi değil. Kalem Suresi. Kur’an’da kalem diye bir surenin olması gerçekten muhteşem. Kalem üzerinden verilen mesaj ÜST SINIR Mesajlar -malumunuz ayet mesaj demek- Araçları amaçlaştırmayın. Evet kalem bir araçtır, araçları amaçlaştırmayın. Ne demek bu? Şu demek Aracı araç yerinde tutmaz da amaç ilan ederseniz amacı nereye koyacaksınız? Amaca zulmedersiniz. Zira zulüm bir şeyi yerinden etmek, hikmet bir şeyi yerine koymaktır. Dolayısıyla yerinden etmeyin. Araçları amaçlaştırmayın. Kaleme kalem muamelesi yapın. Onun için bu önemli. Araç değişir, amaç değişmez. Araçlar değişir. Değişti de bakınız kalem değişti. Yani daha biz yaşarken değişti. Şimdiden bile nerdeyse kalem kullanmaz olduk değil mi? Bakınız parmaklarımız kaleme dönüştü. Onun için de cep telefonlarımızda, işte dokunmatik ekranı tüm bilgisayarlarda vs. parmaklarımızla yazıyoruz. Kalem adeta son dönemlerini yaşıyor. Ama kalem kalkmadı aslında. Yani kalemin işlevini bir başka şey ile yapıyoruz. O nedenle elimizle yapıyoruz. Yani yakın gelecekte gözümüzle yapacağız onu söyleyeyim. Evet. Hatta hatta şimdi dokunuyoruz. Yakın gelecekte dokunmayacağız havaya böyle, böyle yapacağız. Dolayısıyla ama kalemin işlevini yapacak mutlaka bir şeyler olacak. Onun için amaçla aracın yerini değiştirmeyin. Birbiriyle takas etmeyin. Bu varlığa müdahale olur. Teknoloji tanrı da şeytan da değildir. Bu çok önemli. Verdiği mesajlardan biri, teknoloji. Kalem bir teknolojidir. En ilkelinden en gelişmiş haline kalem bir teknolojidir. Size bir soru sorsam haddimi aşmış olur muyum? İnsan oğlunun ilk teknolojisi nedir? – Elbise. Evet elbise. İlk kendine geldiğinde, ilk varlığını fark ettiğinde, ilk iradesini fark ettiğinde elbise ihtiyacını fark etti, örtünme ihtiyacını fark etti. Onun için Kur’an’da insan oğlunun kıssası anlatılırken -Âdem kıssaları insanoğlu kıssalarıdır-, insanoğlunun ilk halkası, insanlık zincirinin ilk halkasının kendini fark ettiğinde üzerine ağacın yapraklarını çektiğini anlatır. Aslında teknoloji insanoğlunun hayatını kolaylaştırmak için icat ettiği, bulduğu bütün her şey. Bu anlamda teknolojiyi Tanrı sayan her türlü yaklaşım da teknolojiyi şeytanlaştıran her türlü yaklaşım da merduttur, reddedilmiştir, doğru değildir. Onun için -kaldı ki muharref Tevrat’la Kur’an arasında birçok fark var da temel farklardan biri- Tevrat teknolojiyi yerer, Kur’an ise teknolojiyi över. Bu anlamda tekniği Allah’ın bir nimeti olarak görür. Tevrat bedeviliği över. Onun için de Tevrat’a göre yeryüzünde ilk şehit kişi kardeş katili olan Kabil’dir, Kayin, Tevrat’taki geçen ismi Kayin. Dolayısıyla Kayin’dir, kardeş katilidir. Oysa Kur’an bedeviliği yerer “ve qâleti’l-a’râbu âmennâ Bedeviler dediler ki iman ettik.” “Kul lem tu’minû… Onlara de ki, hayır siz gerçekten güven duymadınız, güvenilir de olmadınız. Fakat teslim oldunuz. Teslim olduk deyin.” gibi ayetler aslında bedeviyi ortaya koymak için… Yani küfürde en şiddetli bedeviyi görürsün diyen ayetler böyle. Dolayısıyla Kur’an medeniyete davet eder insanla ünsiyete davet eder, ilişkilerin rafineleşmesine davet eder, nezaket ve zarafete davet eder Kur’an. Bu önemli bir fark. Araç amaca uygun olsun. Yine mesaj; Araç amaca uygun olsun. Araç amaçla uyuşmazsa amaç gerçekleşmez. Kalem kalemlik vazifesini yapmazsa o zaman yazamazsınız. Yazamazsanız mesajı iletemezsiniz veya size mesaj iletilemez. Onun için araç amaca uygun olmalı. Bir şeye kalemlik istiyorsanız, bekliyorsanız bir şeyden kalemlik görevi yapmasını, o amaca uygun bir şey olmalı o. Kalemlik görevini yapabilme amacına uygun olmalı. Onun için amaca uygun olmayan araçlar, amacı da yoldan çıkarırlar. Evet. ALT SINIR Araçların değerini fark edin. Tam burada ayeti hatırlamak. “Nûn ve’l-kalem.” O “nûn” Kur’an’da, Kur’an’ın iniş sürecinde ilk geçen hurûf-ı mukattaa, ilk. Yani kesik harfler, bağımsız harfler. “Nûn.” Buna hokka da demişler ama aslında kasem “vav”ı başta gelmediği için, burada geldiği için ben onun hurûf-ı mukattaa olarak değerlendirilmesini daha doğru buluyorum. “Ve’l-kalem.” Bunu klasik tüm tefsirler kaleme yemin olsun diye çeviriler. Kaleme yemin olsun diye çevirmek aslında pek bir şey ifade etmemekte. Buraya geri döneceğim için orada öyle bırakayım. Kalem şahit olsun demek, kalem dile gelsin demek. “Vav”da yemin anlamı mecazen vardır, hakikaten yoktur. Çünkü Arap dilinde zaten yemin kelimesi vardır. “Yemin” de Arapçadır ama yemin, yemin anlamıyla hiç Kur’an’da gelmez. Sağ el anlamıyla gelir. Ve yemin aslında “kasem” demektir “uksimu”. “Lâ uksimu bi haze’l-beled.” İşte burada yemin kelimesi olarak, kelime anlamı yemin olarak gelmiştir, başka yerlerde de benzerdir. Dolayısıyla buradaki “vav”; dile gelsin, şahit olsun içeriğine sahiptir. Oraya döneceğiz. Yazıya güvensizlik ve yazı karşıtlığına Kur’ani ret. Evet. Bir başka mesajı Kalem Suresi’nin kalemle başlamasının; yazı karşıtlığını reddetmek içindir. Böyle bir karşıtlık mı var? diyeceksiniz. Evet ya. Tarihte yazı karşıtlığı hayli uzun sürmüş bir olaydır. Mesela Sokrat yazı karşıtıydı. Onun için hiç kitap yazmadı. Sokrat’a nispet edilen tüm kitaplar öğrencisi Platon’un yazdıklarıdır. Sokrat konuşurdu. Yazı karşıtı olmasının gerekçesini de yazıya karşı söylediği şeylerin içinden çıkartıyoruz. O da şu Yazının cahillerin elinde istismar edileceği… Anlamadan dinlemeden bir şeyleri başkalarına ulaştıracakları… Ki bu da aslında sofistlere bir karşıtlıktı. Sofistler, safsatacılar, safsata satıcıları, safsata bezirgânları yani mahalle vaizleri o dönemin. Sokrat bunlarla savaşarak geçirdi ömrünü. Sonunda onlar Sokrat’ın başını yediler. Dolayısıyla Sokrat’ın karşıtlığı biraz böyleydi. Mekke’de de böyle bir karşıtlık vardı. Ama Arapların karşıtlığı daha farklı sebeplere dayanıyordu. O da şu Araplar yazıyla uğraşmayı, ilgilenmeyi düşük sınıfların işi olarak görürlerdi aslında. Mekke Arapları zanaatı küçümserlerdi. Zanaat düşük sınıflar için. Niye? Çünkü bir Arap’a göre seni bir yerde sabit tutan şey seni alçaltır. Özgür olmalısın. Deve sürülerinin arkasında gezmeli, dolaşmalı, özgür, serazat bir biçimde yol almalısın. O zanaat ise insanı sabitleyen, bir yere bağlayan bir şeydi. Bunu küçümserlerdi. Kölelerimiz yapsın, derlerdi. Onun içinde Mekke’nin tüm demircileri köleler veya azatlı kölelerden oluşuyordu. Onun için de maalesef okuma yazma hatta ikisini birden de değil okur yazar sayısı on bin civarındaki nüfusta, Mekke’de sadece on yedi olarak verilir bize. Bunların bir kısmı da sadece okuyor, yazmıyor. Bu çok ilginç. Onun için Kur’an ne yaptı peki? Yanlış, dedi. Yanlış, bu tavrınız. Yazıya dönün. Yazılı kültüre dönün. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçin. Aslında bu surenin gösterdiği hedef buydu; yazılı kültüre geçiş hedefi. Neden? Yazılı kültüre geçmediğiniz sürece bir birinizle yazışmıyorsunuz, sözleşme yapmıyorsunuz, belgeye bağlamıyorsunuz, belgeye bağlamadığınızda niza ediyorsunuz, niza ettiğinizde kavga ediyorsunuz, kavgalar ölüme dönüşüyor, ölümler intikama dönüşüyor, intikamlar yüz yıllık, elli yıllık, iki yüz yıllık savaşlara dönüşüyor. Ki ben burada o savaşları naklettim. Dolayısıyla bir; bu hayatınız zindan oluyor hayatınız mahvediyorsunuz belgeye bağlamadığınız için. Yani sözleşme kültürüne dönüşün. Sözlü kültürden sözleşme kültürüne. Cahiliye çağını yaşıyorsunuz. Cahiliyeden kurtulamıyorsunuz niye? Çünkü bilgiye değer vermiyorsunuz. Yazmak bilgiye değer vermektir. Yazmak bilgiyi taşımaktır. Senin bildiğini gelecek kuşaklara nasıl taşıyacaksın? Sonsuzca yaşayamazsın ama bilgi yaşar. Beş, altı, yedi, on, on beş, yirmi nesil sonrasına sen bilgini nasıl aktaracaksın? Yazı yoksa eğer, yazıya değer vermeyeceksen eğer? Önceki kuşakların tecrübesi sonraki kuşaklara nasıl aktarılacak? Dolayısıyla yazın. Yine bir şeylere inanıyorsunuz. Önce uyduruyorsunuz sonra inanıyorsunuz. Orada da kalmıyorsunuz. İnanmayı insanlara şart koşuyorsunuz. Onu din haline getiriyorsunuz. Ona inanmayanı sapık ilan ediyorsunuz, kâfir ilan ediyorsunuz, tekfir ediyorsunuz. Daha sonra da ona inanmayanı da öldürüyorsunuz. Yani uydurmakla öldürmek arasındaki mesafeye bakar mısınız? Önce uyduruyorsunuz, sonra uydurduğunuza inanıyorsunuz, sonra başkalarının inanmasını istiyorsunuz, inanmayanları cezalandırıyorsunuz, inanmayanları sapık ilan ediyorsunuz ve yok etmeye kalkıyorsunuz ve öldürüyorsunuz! Onun için… Neden oluyor? Çünkü sorgulamıyorsunuz ki. Bir de doğru şeylere inanıyorsunuz, atalarınız doğru şeylere inanıyor. Atanız inanması gereken bir hakikat var, ona inanıyor. Ama siz atanızın inancını taşıyacağınız yerde atanızı taşımaya çalışıyorsunuz! Yani o doğru şeye inanan atanızın önce resmini yapıyorsunuz. Kur’an’da anlatılan beş putun hikâyesi bu. İbn-i Abbas böyle anlatır- … Bu beş put. Ondan sonra bu bizim atalar büyük atalarmış, velilermiş, evliyalarmış diye! Onlar da onların torunları da yaa, babalarımız resmini yapmış, biz de heykelini yapalım demişler! Onların çocukları da gelmiş, yaa büyüklerimize bizden önceki nesiller her biri bir şey yapmış biz ne yapalım? Ee, bizde tapalım demişler! Ve düşünün, salih kullar puta dönüşmüş! Bu ilginç bir öykü aslında, İbn-i Abbas tarafından nakledilen bu öykü. Yani insanın putlaşması bin bir türlü olur, bir türü de böyledir. Dolayısıyla kültür, yazılı kültür, sözlü kültürden yazılı kültüre geçin talimatıdır bu. Körü körüne bağlı sürü kütlesinden sözleşme toplumuna geçin. Biraz önce söylediğim için geçiyorum. Kalem ile peygamber arasındaki benzerlik nedir sizce? Kalem sözün elçisi, Elçi vahyin kalemidir. Düşünce, söz, kalem, yazı. Bunları gölgeler üzerinden de tanımlayabilirim. Düşünce neyin gölgesi bilmiyorum. Ondan arkasını bilmiyorum, bilemiyoruz çünkü bilinç çözülmüş değil. Bunu çözmemiz için bilincin çözülmesi lazım, bilinç hâlâ muamma. Hatta şimdi bir ekol var, “bilinç diye bir şey yok” diye savunuyorlar, üstelik bunlar materyalist bir ekol, dolayısıyla oraya girmiyorum. Düşünce söz düşüncenin gölgesidir. Yazı, sözün gölgesidir. Bakınız gölgenin gölgenin gölgesi böyle takip ediyor… Aynı zamanda söz düşüncenin elçisidir. Düşünüyoruz, düşüncelerimizin elçisi söz oluyor. Şu anda ben size konuşuyorum, bu sözüm beynimden geçen düşüncelerin elçisi. Bu sözümü yazıya aktarırsanız, yazı da sözümün elçisi olur. Şimdi, bu elçiliği iki türlü yapabilirsiniz. Ya sadakat ya da ihanetle yapabilirsiniz. Veya sözüm düşüncemi ya tam ifade eder, sadık olur ya da sözüm düşüncemi tam ifade etmez, düşündüğümü söylemekte zorlanırım veya düşündüğümü ifade edemeyecek olurum, o da sadık olmaz, ihanet eder. Yani insanın kendi dili kendi düşüncesine ihanet eder mi? Edebilir. Bir de bunun sözün yazıya uygun olması var. Söz ağızdan çıkmıştır ama yazıya dökülürken ihanete uğramıştır. Olabilir mi? Olabilir. Veya taşınırken söz kulağa değmiştir, kulağa değen söz öbürünün ağzından çıkacaktır ama benim ağzımdan çıkanı taşıyan kişi ihanet etmiştir. Ya unutmuştur ya yanılmıştır ya yamulmuştur ya da kasıtlıdır. Ama ihanet etmiştir. Kulaktan kulağa oyunu var… Şuradan ilk sıradan hanımefendiye şöyle uzun bir cümle söylesem ve kulaktan kulağa nakletsek, sondaki beyefendiye varıncaya kadar siz o sözü buraya yazsam vallahi kahkahayla gülersiniz. Bakınız, sadece şuradan şuraya ve sadece aynı dakika, aynı saat, aynı gün, aynı an, aynı mekân içinde… Ya bu sözün beş nesil, -yaklaşık yüz yirmi beş yıl, otuz yıl üzerinden yüz elli yıl eder- üzerinden aktarıldığını düşünelim. Ne olur, bu söze ne olur? Onun için işi bilen hadisçiler bile şunu söylerler “Kâle Resûllullah ew kemâ kâl…” Bakınız, hutbelerde hâlâ imamlar ne dediğini bilmeden bunu söylüyorlar ama ne dediklerini de bilmiyorlar. Ne demek biliyor musunuz? Şu; Peygamber böyle dedi ya da buna benzer, bunun gibi bir şey dedi. Niye? Çünkü hadisler lafzen nakledilmezler. Zaten en büyük problemi de budur. Nasıl nakledilirler? Manen nakledilirler. Anlam olarak, yaklaşık anlam olarak. Yaklaşık anlam diye bir şey var mı? Yaklaşık anlam! Siz Osmanlıca körle, göz nasıl yazılır bilir misiniz? Aynı yazılır arasındaki fark bir tek noktadır. Anlatabiliyor muyum? Yani noktayı unutsa, yazmasa, yazsa silinse, yazsa çıkmasa; göz kör olur. Dolayısıyla harfler de böyledir yazılar da böyledir. Onun için kalem sözün elçisi, Elçi vahyin kalemidir. Vahiy, melek, elçi, kitap aynı ilişkiye sahip. Vahiy, kaynak. Ondan melek alır, vahyin taşıyıcısı. Hiçbir şey katamaz, hiçbir şey çıkaramaz, aynen getirir, uygulamak gibi bir görevi de yoktur. Vahiy meleğinin rol model olma görevi yoktur. “Üsvetün hasenetün” denmez onun için meleklere yani güzel örnek değildir. Melekler bize örnek değildir onun için, melek olmamız bize öğütlenmiyor yani. Ondan sonra elçi; elçi, peygamber. Ona geldiğinde o da kalem gibidir ne bir şey katar ne bir şey çıkarır. Örnek olarak yaşama görevi vardır. Örnek olarak aldığı vahyi yaşar ve aktarır. Dolayısıyla kalem gibi elçi de mesajı ekleyemez çıkaramaz. Kalem yazmak için, elçi taşımak ve örnek olmak içindir. Büyük soruya geldik. KALEME YEMİN NE DEMEKTİR? Allah yarattıklarına yemin eder mi? Bu çok önemli bir husus. Yahu hakikaten Âlemlerin Rabbi yarattığı bir şeye yemi eder mi? Bu ilk anda insana ters geliyor, yani niye yemin etsin ki? Biri bir şeye yemin ederse yemin ettiği şey daha büyük olmalı. Neden Âlemlerin Rabbi yarattığı şeye yemin etsin ki? Sorun da burada aslında. Allah’ın yarattıklarına yemin etmesi ne demek? Biz yemin diye çevirdiğimizde sıkıntı işte buradan çıkıyor. Vav’da, yemin anlamı hakiki olarak yok. Vav; iki şeyi birbirine birleştirmek içindir. Mutlak cem içindir dilde, lügatte. Yani Ahmet ve Mehmet geldi o “ve” var ya tamamen Arapçadan aldığımız bir bağlaçtır. Bağlaçtır, bağlar. Ahmet ve Mehmet geldi. Dolayısıyla oradaki vav, oradaki “ve” aslında Ahmet ve Mehmet’in geldiğini gösterir. Gelme fiilinde ortak olduklarını gösterir. Allah’ın yarattıklarına yemin etmesi şahitlik sorumluluğudur. Kaleme yemin ne demektir? Kalem şahit olsun, dile gelsin. Kalemin şahitliği nedir? Şudur Doğruyu, hakkı hak olarak yazdı mı? Anlatabiliyor muyum? Kalemin şahitliği yazdıklarıdır. Dolayısıyla kalem yazarak şahit olur. Araçlar yaratılış amacına uygun kullanıldıklarında şahit olurlar. Araçların tümü şahittir. Parmaklar şahittir. Parmağınız şahittir. Yazıyorsunuz değil mi? Parmaklarınız şahittir. Şimdi o ayeti hatırlamıyor musunuz? “O gün, hesap günü ağızlarını mühürleriz, bize elleri konuşur, ayakları tanıklık yapar.” Yâsin 3655. Dolayısıyla ellerin konuşması ne demek? Ellerin konuşması ellerin eylemidir. İnsanın eylemi, organın sözüdür. İnsanın eylemi, organizmanın sözüdür. Organizma eylemle konuşur. Göz bakarak, bakmakla konuşur. Kulak, işitmekle konuşur. Akıl, düşünmekle konuşur. El, tutmakla konuşur. Ayak, yürümekle konuşur. Ağız zaten konuşur. Gördüğünüz gibi bütün bunlar aslında tanıktır, şahittir. Yaptıkları her eylem bunların tanıklığıdır ve o eylem bunları birer kaleme dönüştürür. Bunlar yazar, yazdıkları şahittir. Dolayısıyla şahitlik sorumluluğu tanık olmak, dile gelmektir. Bir Kur’ani dua/talep Dua dediğim zaman, dua demeyesim geliyor. Dua kelimesini keşke önce bu topluma elli yıl hiç kullanmasak unuttursak. Ondan sonra doğru bir bilinç oluşsa, dua konusunda ki yamukluğunu atsa terk etse, ondan sonra yeniden duayı öğretsek bu topluma. Mümkün olsa keşke ama zor. Dua deyince ne geliyor biliyor musun? Allah’a yağdırılan emir! Evet, Allah yardımcı hizmetçi, emir kulu; biz de amiriyiz! Allah da memurumuz! Yap, şunu yap, bunu yap, onu yap, onu da yap yav onu da yap ama onu da sen yap ama ama şunu da yap… Ama iyi de “Sen ne yapacaksın?” Sen ne yapacaksın? Sen ne yapacaksın? Dua bu değil ki! Dua ellerimizle yaptıklarımızdır, dillerimizle söylediklerimiz değil. Biz duayı yanlış anladık, yanlış anladık. Düşünebiliyor musunuz? Yani deprem için bu memleketin tamamı dua ediyor ama Japonya’da deprem için dua eden yok. Fakat 7,4 şiddetindeki depremde bu memlekette 35 bin insan ölüyor. 7,6 şiddetindeki depremde Japonya’da 6 kişi ölüyor. Duayı kim etti? Duayı Japonlar etti. Evet, dua bu. Dua bu. Onun için oraya dedim, o slashı koydum. Efendim, yani taleptir. Talep “Bizi şahitlerle birlikte yaz fektubnâ maa’ş-şâhidîn.” Âl-i İmran 353. Ne demek şahitlerle birlikte yaz? İşte, yani tanık olanlar, çağına tanık olanlar. Mümin, yani güvenen ve güvenilen kimse çağının tanığıdır. Çağını tanık tutandır. Bir daha söylüyorum. Mümin, yani güvenen ve güvenilen kimse, artık açılımını söylemek zorundayım. Mümin deyince kimlik aklına geliyor. Müslüman deyince kimlik aklına geliyor. Kişilik aklına gelmiyor! Müslüman deyince varlık barışının büyük elçisi akla gelmeli. Mümin deyince de ahlak akla gelmeli. Güven veren ve güvenen insan tipi. “Müminler kardeştir.” Ne anladınız şimdi? “İnneme’l-mu’minûne ihvetun.” Şu mu yani? Böyle, bu memlekettekiler kardeştir! Müslümanlar kardeş midir? Bu kanlar niye akıyor? Mesela Şii Sünni’nin kardeşi midir? Sünni Şii’nin kardeşi midir? Bir araya koysanız dururlar mı? Birini birinin eline verseniz ne yaparlar? Dahası sufi selefinin, selefi sufinin mi kardeşidir? İkisi de kendisini Müslüman olarak adlandırıyor. Nasıldır? Bırakın onu, bir tarikatın iki ayrı grubu içinde şeyhine bağlı müritler Kâbe’de birbirinin kafasını gözünü yardı, birbirini öldürüyorlardı. Şimdi nasıl kardeşler bunlar? Yani gördüğünüz gibi değil. Peki ne diyor bu ayet? Dünyada, tüm dünyada güvenen ve güvenilen insanlar birbirinin kardeşidir. Güvenilmeyen ve güvenmeyen insanlar da hiç kimsenin kardeşi değildir. Böyle anladığınızda oturur, zaten başka türlü olmaz. Öbürü nedir biliyor musunuz? Öbürü kimlik Müslümanlığıdır, kimlik! Yani cebinizden kimliği çıkaracak, gösterecek ve turnikeden geçeceksiniz. Böyle bir şey var mı? Allah aldatılabilir mi? Kur’an’ın kalemi olanın elçinin şahitliği Ne muhteşemdir o ayet değil mi? “Böylece sizi dengeli/ ölçülü bir ümmet kıldık.” Bakara 2143. Evet, ölçülü bir ümmet kıldık. Siz insanlığa tank olasınız, Peygamber size şahit olduğu gibi, tanık olduğu gibi. Geçen kelime nedir ayette biliyor musunuz? Şehit “Ve kezâlike cealnâkum ummeten vasatan li tekûnû şuhedâe ale’n-nâsi ve yekûne’r-resûlu aleykum şehîden Resul size şehit olduğu gibi, Resul size şehit olsun, siz insanlığa şehit olun.” Bakara 2143. Nasıl? Evet, şehit olmakla ölmek arasında hiçbir bağ yoktur Kur’an’da. Yanlış anladık! Şehit olmakla yaşamak arasında bir bağ vardır. Allah şehittir. Allah’ın esmâsından biridir, on kez geçer. Allah’ı hangi harpte kaybettik? Hâşâ! Kalemin yazdıklarına yemin ne demek? Ne demek kalemin yazdıklarına yemin? Test sorusu olsun dostlar. Kalemin yazdıkları; Kur’an nasıl dile gelip şahit olur? A Sesi güzel hafızların şarkı gibi seslendirmesiyle. Merhum Şeriati’yi rahmetle analım değil mi? Evet. “Okuyan ne okuduğunu bilmiyor, dinleyen ne dinlediğini bilmiyor. Geriye kalıyor; hafızın sesi güzel.” B Yazısı güzel hattatların altın yaldızlı levhalarıyla. C Ahlak, özgürlük, barış, güvenilirlik, hakikat, adalet, merhamet gibi evrensel ilkelerle. Bunlara “el-Ma’rûf” diyor Kur’an, “maruf; evrensel ilkleler.” D Okunmuş su, okunmuş elma, okunmuş ekmek vs. ile. Nasıl, nasıl buldunuz? Bu resimde görünen elmayı yiyenin çocuğu oluyormuş. Klinikler kapanın, doktorlar ölün, hastaneler yıkılın! Allah Resulü’nün değerli eşi Hz. Âişe’nin hiç çocuğu olmadı. Bir elma bulamadın mı ya Resulallah? Bulmadıysan hurma okuyaydın değil mi? Basit bir soruyu bile sormaktan aciz bir kütle! Kütle, kitle diyemem, işte bakınız kütle üç boyutlu bir şey. Allah Resulü, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed’di ama Hz. Âişe’den çocuğu hiç olmadı ve dönüp de bir hurma okuyup yedirmedin mi ya Resullulah? diyen çıkmıyor arkadaş! Ve bu elmaların müşterisi olmasa bu şarlatanlar olabilir mi? Olamaz değil mi dostlar? Olamaz. Bence aslında bu müşterileri önce uyandırmak lazım. Ne yapıyorsunuz arkadaşlar? Yaa, Allah’ınızın aşkına ne yapıyorsunuz? Yok! Yalanın en kötüsü Allah’ın içine karıştırıldığı yalandır. Çünkü Allah’la aldatıyorsunuz! Bu elmalara okuduğunuz ayetler sizin aleyhinize şahit olacak. Başka şahide gerek yok. Bela olarak size o ayetler yeter. Evet bu, bu resimdeki nedir biliyor musunuz? Okuyor musunuz? Reklam. RTÜK’e takılmaz değil mi? Evet, Marmarisli Onur Hoca Okunmuş su, yarım litre, üflenmiş hava hacmen %42. No comment… AHLAK VURGUSU Kitap, iman nedir bilmeden de ahlaklı olmak. Burada ayeti metniyle okuyayım, müsaade buyurun “Ve inneke le’alâ hulukin azîm Hiç kuşku yok ki, şüphesiz, zira sen…” O inne aynı zamanda soruya cevap olarak da gelir; “muazzam, azim bir ahlak üzeresin.” Kalem Suresi’nin 4. ayeti. Evet, bu kelime Kur’an’da bu anlamıyla tek bu yerde kullanılır. Burada kullanılır. Kur’an’da ahlak kelimesi neden bu kadar nadir kullanılıyor diye soracak olursanız Kur’an ahlakı kelime olarak görmez, hayat olarak görür. Kur’an’daki tüm ayetler bir biçimde ahlak ile alakalıdır. Kur’an’ın tamamı ahlak ile alakalıdır. Onun için Kur’an ahlakı kelimeler değil, hayat olarak görür. Sanki “Başkası değil de neden ben?” sorusuna bir cevap gibi duruyor bu ayet. Yani şöyle; bu tabii naçizane benim düşüncem, yanılıyor olabilirim yanılıyorsam Allah affetsin. Ama İlahi bir emir var “Efelâ yetedebberûne’l-Kur’ân Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” Yani derinliğine düşünmüyorlar mı? Satırlardan, satırların aralarından satırların arkalarına geçip derinliğine üzerinde tefekkür etmiyorlar mı? diye bir emir veriyor ya Kur’an, böyle bizi teşvik ediyor ya, işte ben de o teşvike imtisalen derinliğine düşünürken böyle bir soru geliyor aklıma. Allah Resulü;” Neden, beni seçtin ya Rabbi? diye sormuş sanki. Cevap da böyle gelmiş “Ve inneke le’alâ hulukin azîm Çünkü sen, azim bir ahlaka sahipsin.” Azim bir ahlak dedim. “Azim”i burada çevirmedim. Mealimde çevirdim de… Ne demek azim? “Azim”in açılımı tek bir kelimeyle çevrilmez. Şöyle; muazzam, muhteşem, ama bunun yanında azimli, kararlı. Bunun Türkçe karşılığı nedir biliyor musun? İlkeli bir ahlak. Evet çünkü ahlak ilkeyle eşdeğerdir. İlkesizin ahlakı yoktur. Ahlaksızın ilkesi yoktur. Bir insan ne kadar ilkeliyse o kadar ahlaklı ne kadar ahlaklıysa o kadar ilkelidir. İlke ve ahlak bakışımlıdır. Birbiri arasında korelasyon vardır. Onun için burada azimli yani kararlı bir ahlak. Kararlı bir duruş, kararlı bir hayat duruşu, kararlı bir tarz, kararlı bir insan. Bu tersinedir. Kararsız; o da ne demektir? Şu demektir. Kendi akraban için ahlaki davranış olarak gördüğün şeyi akraban olmayan kimse için ahlaki davranış olarak görmüyorsun. Ona yapılabilir! Hani aslında Yahudi ilahiyatında, teolojisinde var ya bu. Nedir o? Yahudi ilahiyatındaki şey şu; efendim bir Yahudi’ye faizle para veremezsin ama Yahudi olmayana kat kat bindire bilirsin! Yol gitsin! Efendim, bu ahlak değildir, Yahudileşmedir. Peki ahlak nedir? Burada veya dünyanın öbür ucunda ahlaki olan hep ahlakidir. Senden veya değil bir insanın ahlaki davranışının ahlakiliği sevdiklerine ve kendinden olana davranışından değil sevmediklerine ve kendinden olmayana davranışından yola çıkılarak anlaşılır. Bir insanın adil olup olmadığı; sevdiklerine ve kendi gibi düşünüp kendi gibi inanlara değil, sevmediklerine ve kendi gibi düşünüp kendi gibi inanmayanlara davranışından belli olur. Bir insanın vicdanlılığı kendinden, kendi hemşerisi, kendi bölgesinden, kendi partisinden, kendi mezhebinden, kendi meşrebinden, kendi dininden, kendi ırkından olana değil; öbürü, öteki, kendi ırkından değil, kendi dininden değil, kendi mezhebinden değil, kendi partisinden değil, kendi ideolojisinden değil bambaşka yap yabancın biri ama ona da aynı davranabiliyorsa buna ahlaki derler dostlar. Allah’ınızın aşkına tersini söyleyebilir miyiz? Ama biz… Halimize bakar mısınız? Halimize bakar mısınız? “Yahudileşme Temayülü”nü yazalı yirmi beş sene olmuş ama hiçbir şey değişmemiş. Aynen öyle. Evet. Kalem 4 ile Şûrâ 52 arasındaki bağlantının verdiği mesaj Bu çok önemli. Kalem 4 burada; “Sen kararlı bir ahlak, ilkeli bir ahlak üzeresin.” diyor, tamam. Şûrâ 52 neydi? “Sen peygamber olmadan önce, kitap inmeden önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” Bunu da yan yana koyuyoruz. İki ayet. İki ayetin de ortak bir noktası var. “O nedir?” İkisi de Allah Resulü’nün peygamber olmadan evvelki haline ait. Bu da öyle… Çünkü “Ve inneke le’alâ…” Şuradaki alâ harfi cer var ya üzerinde. Yani sen daha önce ahlaklı bir hayat üzerinde oturuyordun. Yani bir ahlakın üzerindeydin. Bir ahlakı yaşıyordun. Dolayısıyla Allah Resulü, Allah Resulü olmadan önce, Abdullah oğlu Muhammed’ken, Muhammed Resulullah olmadan önce ahlaklıymış. Önceki hayatına dair bir haber bu. O ayet de öyle, Şûrâ 52 “Sen daha önceden vahiy inmeden önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” İkisini bir araya getiriyoruz, ne çıkıyor ortaya? Ey Muhammed, senin bir dinin yokken de ahlaklıydın. Evet, şimdi tam da hassas nokta burası. Bugün Kur’an’sız Müslümancıkların, müseylimelerin anlamadıkları bu işte. Müslüman olmadan ahlak olabilir mi diyor. Bakın. Kur’an diyor. Sen kitapsız bir Müslümansan ben ne yapayım ki sana, ben ne yapayım, nasıl anlatayım ki? Anlatamam ki, çünkü senin kitabın yok, senin Kur’an’ın yok. Onun için sana Allah anlatamamış ben nasıl anlatayım? Sana Kur’an anlatamamış ben nasıl anlatayım? Sen Allah’ı reddetmiş bir Müslümancıksın ben ne yapayım ki? Ben anlatamam sana. Onun için haYdi bakalım… Can yakan soru Bir dini var diye ahlaka ihtiyacı olmadığını sananlar nereden çıktılar? Bir dini var değil mi? Bir dini var diye, ahlaka ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Niye? Ahlaksız da olsam bir dinim var benim!’ Bakınız. Kur’an ne der biliyor musunuz? Zerre kadar iyilik yapan da onu görecek, zerre kadar kötülük yapan da. Ama bunun karşısında uydurulmuş bir din var. Gündelik namazlar, arasındaki tüm günahlar için kefarettir. Yani bu şu demek; kıl namazı ye her haltı’ hadisi! Şimdi bir de Cuma babında var, orada da kılınan cuma o haftalık günahları temizler. Yani beş vakit olmadı, kıl cumayı ye her haltı’ hadisi var! O da olmadı Ramazan orucu denizin köpükleri kadar günahın olsa temizler. Ya ramazandan ramazana oruç tuttun mu, iki ramazan arasında atış serbest, ye her haltı! Bu adam niye ahlaklı olsun? Yani aslında bu dine komplo kurmuşlar. Kur’an’ı üzerinde hadis yazan taşlarla taşlamışlar. Müslümanın ahlakını taşlamışlar aslında. Niye ahlaklı olsun ki, niye iftira etmesin ki, niye yalan söylemesin ki, niye başkasının hakkına el uzatmasın ki, niye haram yemesin ki, niye çalmasın ki, niye yolsuzluk yapmasın ki? Niye niye niye… Sorun. Çünkü biraz sonra namaz kılacak. O yıkadı çıktı. Yani kirlenmesine hiç aldırmayın, biraz sonra hamama girecek. O da olmadı Cuma kılacak, o da olmadı… Daha yedekte var yedekte. Üç bin Euro’yu verir. Beş bin Euro’yu verir. Bir de hacca gitti mi anadan doğmuş gibi. Çamaşır makinası, yani varlık çamaşır makinasına girecek anadan doğmuş gibi çıkacak. Sen nasıl baş edeceksin, hele cebinde beş bin Euro yoksa sen nasıl baş edeceksin bununla? Görüyorsunuz değil mi? Görüyorsunuz. Evet, yani hâşâ Allah bile parası olana çalışıyor öyle mi? Hâşâ. Evet, onların dininde böyle ama Allah’ın dininde böyle değil. Ahlaksız dincinin anlamadığı cevap bu. Nedir? Ahlak; din-imanın bonusu değildir. Yani eskiden satarlardı biliyor musunuz? Pire ilacı satarlardı, şehirlere, köylere, kasabalara gelirler böyle pireyle… Hatta yılan da oynatırlardı benim çocukluğumda, bir alana bir bedava verirlerdi. Anlatabiliyor muyum? Pire ilacı diye alırsınız götürürsünüz eve, kiremit tozu çıkar efendim. Hatta bir tanesi iyi hatırlıyorum çünkü şahit oldum. Develinin meydanda yılanı oynattı, pire ilacını sattı, satarken de şöyle diyor “Tut pireyi sık gözüne, ölmezse bana getir.” Bir tanesi “Pireyi tutunca ben öldürürüm” dedi. “Günah olur” dedi. Tam böyle bir bıçkın, şark kurnazlığı. Dolayısıyla bonus değil. Ahlak bonus değil. Ahlak ibadetin bonusu değil. Dolayısıyla ahlak; din-imanında bonusu değil. Dini olanın ahlakı garanti değil. İmanı olanın ahlakı garanti değil. Onun için Kur’an bakara suresinin 93. ayetinde “İmanınız size ne büyük fenalık işletiyor!” diyor. Kur’an, sahibine kötülük işleten iman türünden söz eder. Biraz önceki söylediğim ayet. Dinin amacı insanı daha küstah ve kibirli yapmak değil ki. Ne oluyor ya? Biz Müslümanlar neden kibirli ve küstah olmayı dindar olmak zannediyoruz. Oysa bir iman sahibini mütevazi yapmalı, değil mi? Müslüman olmayan herkese karşı kendinizi kurtulmuş addetmenizden daha büyük bir kibir yoktur. Öyle bir kibir, sizi ahlaksız eder. İnsanı ahlaksız eder. Niye? Kurtuldunuz! Kurtulanın ilave bir şey yapmasına ihtiyaç yok ki. Kurtulan niye ahlaklı olmak için çaba göstersin ki? Kurtuldu! Niye yalan söylemesin ki? Kurtuldu! Menfaat için niye kırk takla atmasın ki? Kurtuldu! Niye torpil yapmasın ki? “Kurtuldu!” Niye soru kâğıdını eğer imkân varsa çalmasın ki? Kurtuldu çünkü o! Dolayısıyla değerli dostlar, bonus değildir dedim. Dinin amacı insanı daha küstah ve kibirli değil daha iyi yapmaktır. İnsanı daha iyi insan yapmaktır. İbadetlerin amacı, ahlaka yardımcı olmaktır. Evet dinin amacı, insana yardımcı olmak, vahyin amacı akla yardımcı olmak, ibadetlerin amacı ahlaka yardımcı olmaktır. Ahlak, din binasının temelidir. Ahlakın toprağı, hilkattir/fıtrattır. Ahlak hilkat, hilkat ahlak. Onun için bu anlamda hilkatle ahlak akrabadır. Yaratılış, zaten yaratılıştan iyi yaratılmışız, ahsen-i takvim üzerine, ama bozmuşuz, bozulmuşuz. Üstelik kendimizi bozarken dini kullanmışız. Dinle bozulur mu insan? Dini bozar önce, ondan sonra dinle bozulur. III. KÖTÜLERİNE TAPAN İYİLERİNE TAŞLAYAN TOPLUM Evet üçüncü bölümdeyiz. Bu surede çok ilginç bir bölüm var. Kur’an’ın başka hiçbir tarafında olmayan bir tipoloji çizilir burada Yaygın bir cahiliye sürüsü tavrı, ilkeli olanı linç etmek Cahil cinliği. İkinci ayetinde surenin Allah Resulü’ne mecnun dediklerini söylüyor efendim. “Sen, mecnun değilsin.” 682. Mecnun ne demek? Hemen deli aklımıza geliyor. Hayır, cinlenmiş demek, cinlenmiş. Niye öyle diyorlardı? Çünkü, kendi şairleri cin vadisine gidip cinimizden işittik, cinimizden bu şiiri aldık geldik diye yalan söylüyorlardı. Onun için onlar da Allah Resulü’nün okuduklarını, ayetleri şiir, kendisini de şair olarak görüyorlar. Ona bu şiiri getirenin de cinler olduğunu düşünüyorlardı. Ve cinlere de tapıyorlardı unutmayın. Cinlere de yani bazı Arap kavimleri cinlere tapardı. Cinlere tapmaları cinlere tazim ettikleri için değildi, cinlerden korktukları içindi. İnsan korktuğuna tapıyorsa eğer, korkusu putu haline gelir. Bugün de korkusuna tapan çok insan var. Evet cahil cinliği bu. Cahiliyenin cinliği. Mecnun. İkinci ayette. Minnete karşı uyarı. “Minnetsiz ecir” 683. Üçüncü ayette de bu var. Minnetsiz ecir. Yani ne bu efendim. Yani sen kimseye minnettâr değilsin. Yani senin toplumun, velinimetin falan değil. Senin velinimetin Rabbindir. Onun için onursuz olma. Onurunu yere serme. Cahil ahlaksızlığı “Azim/ azimli/ sebatlı/ ilkeli bir ahlak üzere olmak.” 684. İşlediğim için geçiyorum. Gerçeği herkes bir gün idrak edecek ama bugün ama yarın 684. Beşinci ayet de bu. Altıncı ayette “fitneci sapık” diyorlardı. “Meftûn”. Meftun fitnelenmiş demektir. Niye? Fitneci yani. Fitneye düşmüş, fitneye düşüren. Bugün de öyle demiyorlar mı? Hı? Cahiliye müşriklerinin zihindaşları aynı zihniyete sahip olanlar kendilerini Kur’an’la uyaranlara fitneci demiyorlar mı? Öyle diyorlar. Aynı zihniyete sahipler çünkü. O gün yaşasalardı hiç tereddüt etmeyin bunu söyleyen Allah Resulü’nün karşısında “sen fitne çıkarıyorsun” diyen müşriklerin içinde olurlardı. Altıncı ayet bu. Cahiliye alamet-i farikası. Cahilin alameti farikası nedir? Alamet-i farika eski bir deyim; fark alameti. Yani iki şey arasındaki fark. Farkın nişanı, alameti, belgesi demek. Evet kendini asla sorgulamamak; cahiliyenin alamet-i farikası bu. Bu surede yer alan bir ayeti huzurunuza çıkarttım 7. ayet. Bakar mısınız? “İnne rabbeke huve a’lemu bimen dalle an sebîlihi ve huve a’lemu bilmuhtedîn.” Yani diyor ki; senin Rabbin kendi yolundan sapanı da çok iyi, en iyi bilir. Hidayette olanı da en iyi bilir, diyor. Bakınız çok önemli bir nokta, altını çizerek söylüyorum. Evet, “Bizi dosdoğru yola yönelt” ayetinin muazzam bir tefsiridir bu ayet. Ayet, ayeti tefsir ediyor. Nasıl? Ayet “Senin hak, onların batıl yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir” demiyor. Farkında mısınız? Farkı fark ettiniz mi dostlar? Yani, sen haksın onlar da batıldalar, Rabbin bunu en iyi bilir demiyor. Ama diyor ki, kimin hak kimin batıl üzere olduğunu Rabbin daha iyi bilir. Yani objektif bakıyor. Biraz geriden bakıyor. Ve burada mutlak olarak kurtuluşu herhangi bir yere vermiyor, farkında mısınız? Bu aslında şu Her zaman sen kendini sorgula. Şu anda hak üzere olabilirsin ama biraz sonra haktan çıkabilirsin, sapabilirsin. “İhdina’s-sırâte’l-müstakim” budur zaten. Bizi dosdoğru yola yönelt. Niye? Bunu namazda söylüyorsun değil mi? Üstelik namaz kılan bir kulsun, Allah’a inanan bir kulsun, ahirete inanan bir kulsun, Allah’ın hesap soracağına inanan bir kulsun, “Mâlik-i yevmiddîn” olduğuna inanıyorsun, din gününe, hesap gününe sahip olduğuna, yani bütün bunlara inanıyorsun ve bir de huzurunda durmuşsun, O’na kul olmuşsun, namazın içinde diyorsun ki; bizi dosdoğru yola yönelt. Sana şu sorulur Dosdoğru yolda olduğundan emin değil misin? Değilsin tabii, olmayacaksın tabii, olmamalısın tabii. Bu, o demek zaten. Bu o demek. Namazın içinde bile olsan, kulluğun pik noktasında bile olsan kendini sorgulamaktan vazgeçme. Bu mesaj budur. Onun için kendini sorgulamak kulluğun zirvesidir. YALANCI-DİNCİ MÜKEZZİB TİP “Felâ tuti’i-l mukeżżibîn.” 688. Pasaj böyle başlıyor. Ve arkası geliyor. Ne diyor? On tane madde sayıyor. Mükezzib yalancı tipin on on özelliği. Yalancı tipi nereden tanırsın? 1- İlkesizdir. Sen onu yağla, o seni yağlasın! Evet. “Tudhinu ve yudhinûn.” Dühn, yağ demektir. Sen onu yağla, o seni yağlasın! Evet yani karşılıklı sırt kaşıyın, sen onu kaşı, o seni kaşısın! Ne koysan gider gevşekliği! Gelene ağam, gidene paşam eyyamcılığı! Korkuya tapan tipi anlatıyor aslında. Birinci vasfı bu diyor. Birinci vasfı bu. İlkesizdir, omurgasızdır. Niye? Neydi? Bu omurgasızlıklarını gördük değil mi? Biz aslında siyerden bunu biliyoruz. Gel sen bizimkine bir gün ibadet et, biz de seninkine edelim! Yok olmadı sen bizimkine bir gün et, biz seninkine bir hafta edelim, ona da hayır dersen sen bizimkine bir gün et, biz seninkine bir ay edelim. Yani pazarlık yapıyorlar. Neyde pazarlık yapıyorlar? Dinlerinde. Dinlerini pazarlığa tâbi tutmuşlar. Eğer; bir din ki bir ilkeler bütünü ki… Din odur zaten. Din hayatınızı uyarladığınız, üzerine inşa ettiğiniz ilkeler bütünüdür. Yani hayatınızın tabliyesidir, temelidir. Dolayısıyla, siz hayatınızı öyle bir ilkeler bütünü üzerine bina etmişsiniz ki, ya dükkân senin al götür diyebiliyorsunuz. O da olabilir, bu da olabilir, şu da olabilir, gel bir gün sen bizim putlara tap, biz de bir gün senin Allah’ına tapalım diyebiliyorlar. Zaten Allah’a inanıyorlar onlar. Ama putlarsız inanmıyorlar. Aracısız inanmıyorlar. Aracı yani “La ilahe illallah; kula kulluğa hayır!” diyemiyorlar. Bunu diyemiyorlar. 2- Sözünü yiyendir. “Hallâfin mehîn” 6810. Evet yalancı tipin ikinci özelliği sözünü yiyendir zaten açık 3- Üçüncüsü arkadan çekiştirendir. “Hemmâz”, orijinal kavramı, 11. ayet. 4- Dördüncüsü ara bozmak için mekik dokuyandır. “Meşşâin bi-nemîm”, 11. ayet yine. 5- Beşinci özelliği yalancı tipin, mükezzib tipin; hayra mâni olandır. “mennâ’in li’l-hayr”, 6- Altıncısı Haddini bilmez küstahtır. “Mu’tedin esîm”, evet 12. ayet yine. 7- Yedincisi; yedinci özelliği yalancı tipin, kaba ve nezaketsizdir. “Utullin”; Kur’an’da tek yerde geçer, o da burada geçer, 13. ayet. 8- Yine sekizincisi Yırtık, maço, şirret ve bozuk. “Zenîm”. Zenim… Biraz durmak isterim. Bu kelimeyi klasik tefsirlerin çoğu ve mealler, meallerin çoğu veled-i zina diye çevirmişler. Bu Kur’an’ın zihniyetiyle taban tabana zıttır. Neden? Bu kelimeyi Arap bu anlamların yanında veled-i zina anlamı olarak da mecazen kullanmış da olabilir. Bu kelimenin kök anlamında bir hayvanın, koyunun kulağını kesip yarıp, kulağı orada bırakmak var. Aslında yırtık, yırtık bugünkü yırtık deriz ya yırtık anlamına kullanılıyor. Fakat veled-i zina dediğinizde bir çocuğa, çocuğu suçluyorsunuz. Çocuğun ne suçu var? “Ve la teziru vâziretun vizra uhrâ.” Bu sadece ayet değil. Bu ayet, ama ayetten öte ilke. Her ayet ilke değildir. Birçoğu ilkeleri açıklar ama bu ayet ilkedir. Hayat ilkesidir. Nedir? “Hiç kimse bir başkasının yükünü taşımaz.” O zaman Hristiyanlara ne diyeceksiniz, orijinal günah inancına? İşte Âdem bir günah işledi, baba, tüm evlatlar vebalini taşıyoruz, diyorlar. Onun için vaftiz yapıyorlar, onun için suya daldırıp çıkarıyorlar. Niye? Âdem’in günahından arındıracağız! İsa, çarmıha gerilmiş ve çarmıhta ölmüştür, ondan sonra da üç gün sonra dirilip göğe çekilmiştir diye inanıyorlar. Niye? Çünkü, İsa babanın işlediği günahın kefaretini ödedi diyorlar. Yani bakınız nereden vurup nereden çıkıyor, görüyorsunuz değil mi? Dolayısıyla bu anlamda veled-i zina doğru bir tanım mı? Bebeğin ne suçu var? Yavrunun ne suçu var? Eğer anne bir günah işlemişse yavrunun ne suçu var? Onu niye damgalıyorsunuz? Onu niye damgalıyorsunuz ve toplumun içinde artık damgalı hale çeviriyorsunuz? Kimin ne olduğunu kim ne biliyor ki? Dolayısıyla yani bu anlamda herhangi bir insanı damgalama hakkına sahip değiliz. Onun için zenim’in böyle bir vurguyla kullanılması mümkün değil. Yırtık, maço, şirret, bozuk. Hatta fırlama, hatta şu anlama gelir efendim maganda deniliyor ya sonradan icat edilmiş bir kelime bu. Tam da o işte, burada. Yani bıçkın bir tip. Böyle fırıldak, bıçkın o demek. Evet yalancının bir özelliği de buymuş. 9- Sayı ve servete yani mal ve çocuklara tapan. 14. ayet. Yalancının bir özelliği; sayı ve servete tapan. Çok önemli. Yani niye oradasın arkadaş? Kalabalıklar da ondan. Niye buradasın arkadaş? Ee buraya çok insan gelmiş, ondan. Eğer cevabı buysa sayıya tapıyor demektir. “Elhâkumu-t tekâśur.” Tekâsür krizidir bu. Sayıya tapıyor. Onun için sayıya tapanlar Allah’a tapmazlar. Allah’a tapmasınlar da, Allah bir tane zaten öyle değil mi? Sayısı en az olan. Eğer sayıya tapıyorsan hakka tapma arkadaş, git çoğa tap! Eyvallah. 10- Sorumsuzdurlar. Onuncu özelliği. Hesap verilebilir bir hayat yaşama çağrısına “eskilerin masalları” diye dudak bükerler 6815. “Bu, eskilerin masalları; esâtîru’l-evvelîn” orijinal kavramı. Bu aslında, ahirete ilişkin pasajlarda geldiği için bunların hepsi ahirete ilişkin diyeceğim ama ahirette demek doğru gelmiyor bana. Niye? Ahiret dediğimizde direk dünyadan tüm sorumluluğu öte dünyaya atıveriyoruz. Onun için de birçok ayeti ahirete müteallık tefsir ettiğimiz için ayetin dünya hayatında bize dönük hiçbir söylediği şey kalmıyor. Bu doğru değil. Aslında ahiretle ilgili dediğimiz şey aslında neyle ilgili biliyor musunuz? Hesap verilebilir hayat yaşamakla ilgili. Ahiretin kendisi de hesap verilebilir. Yani insan ahiret için yaratılmamıştır. İnsan dünya için yaratılmıştır. Bu ne demek? Bu şu demek Ahiretini de burada yapıyorsun, buradan götürüyorsun, cennetini de buradan götürüyorsun, cehennemini de buradan götürüyorsun. Bu hayatı güzelleştirmekle memursun, bu hayatı iyileştirmekle memursun. Çünkü din ahiret için gönderilmedi. Bu dünyada işe yaramayan din ahirette hiç işe yaramayacak. Bu dünyada işe yaramayan iman ahirette hiç işe yaramayacak. Öyle değil mi? Onun için onun için ahiret deyince aklımıza şu gelmeli; hesap verilebilir bir hayat yaşamak. Sorumluluk budur zaten. Takva da budur biliyor musunuz? Takva; hesabı verilebilir bir hayat yaşamak. Eyvallah. Sonuç; “Senesimuhu alâ-l ḣurtûm.” Bu, insanlıktan çıkmış, burnu, hortumu havada, “Senesimuhu alâ-l ḣurtûm”, aslında onun hortumuna diyor, damgayı vuracağız! Nesimu isim de oradan gelir aslında nisam da oradan gelir, nişan demektir. Dolayısıyla, “damgayı vuracağız!” Niye hortum? Hortum nerede? Bu kim? Bu deminden beri sayılan özelliği sayılan tip kim? Velid bin Muğire olabilir, Ebu Cehil olabilir. Allah Resulü’nün amcası olabilir. Ne önemi var ki bunun kim olmasının? Bu her çağda gördüğümüz bir tip. Bu vasıflar kimdeyse o. Bu sıfatlar kimdeyse, hangi çağda yaşıyor olursa olsun adı Hasan da olabilir Hans da olabilir, Ahmet de olabilir Mehmet de, hiç fark etmez, o. Dolayısıyla burada hortumdan bahsediyor. Aslında bu şu. Küstah tipolojiye dikkat çekiyor. Hani ilginç bir Pinokyo masalı var ya bir İtalyan masalı, yalan söyleyince burnu uzayan Pinokyo. Önce tahtadan bir maket, ondan sonra insana dönüşüyor, masal da çok ilginç. İşte Pinokyo masalında olduğu gibi yalan söyleyince burnu o kadar uzuyor ki filin hortumuna dönüşüyor. Burada da böyle bir mecaz var aslında. Harika bir mecaz. Bu efendim, hayvanlaştığının göstergesi. Damgalayacağız diyor 16. ayet. Hortum yalancı ve uzun buruna bir işaret. Zımnen mesaj şu; Siz, yalan-dolan, iftira ve tezviratla gerçeği dile getirenleri damgalıyorsunuz. Evet siz, yalan-dolan ve iftirayla hakikati söyleyenleri damgalıyorsunuz. Biz ise sizin tipolojinizin özelliklerini hık mık etmeden açık ve net ortaya koyacağız. İnsanlık yaşadıkça Müslüman kılığına da girseniz Kur’an sizi deşifre edecek. Evet. Bu ayetlerin Kur’an’da yer alması bu mesajı veriyor. Siz, hakikatin ayetlerini size okuyan ve hatırlatanları yalan-dolan ve iftira ile damgalıyorsunuz değil mi? “Biz de sizin ta ceddinizden yola çıkarak bu günlerde sizin tanınmanız için sıfatlarınızı böyle on madde halinde saydık ki Allah’ın sizi damgaladığını herkes bilsin diye. İşte biz de sizi böyle damgalıyoruz” diyor. Mesaj bu. Elhamdülillah kimin damgasının çıkmaz olduğunu yarın hep birlikte göreceğiz inşallah. Farz et ki bugün olsa durum ne olurdu? Sert üsluba ne gerek var diyerek polyannacılık oynayanlar. Kötüyü tanımlama iyiden söz et diye ayar çekenler. Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz diyen sevgi pıtırcıkları. Niye Kur’an da İncil gibi bir yanağına vurana diğerini çevir dememiş ki? diyenler. Ben o kadar cesur değilim demek yerine “üslubu bozuk” çamuru atanlar çıkar mıydı? Bugün olsaydı, çıkar mıydı? Çıkardı. Evet, çıkardı. KUR’AN’IN HAYAT YOLCULUĞUNDA KALEM DURAĞI Ayetlerin işaretleri Kur’an bu durakta zımnen diyor ki Ağır, uyarıcı, uyandırıcı, sarsıcı, etkili iz bırakan mesajım var. Mesajım değişim ve zihniyet devrimi ön görüyor. Değişim mesajımı, boğmaya kalkan bir kütle var. Tezvirat, iftira, algı yalan-dolan, dedikodu, goygoy onun eseri. Ey barışın elçisi olan Müslüman ve güvenilir kimse, ey mümin, tanı bunları diyor. Tanı bunları deyince aklıma nasıl gelmesin şimdi. Evet Adiloş Bebe. “Bunlar engerekler ve çıyanlardır. Bunlar aşımıza ekmeğimize göz koyanlardır. Tanı bunları, tanı da büyü.” Ahmet Arif, rahmet olsun. EKLER Papazın ölüyü diriltme kerameti Jesus diyor, İsa diyor. Evet. “Elyota kalk” diyor. Birazdan Elyot kalkacak. Allahu ekber. Bu kerameti görünce… Yok yok, o istidraç falan diyen ukalalar bilgilerini kendilerine saklasınlar. Bu literatürün hiçbirinin dinle imanla Kur’an’la İslam’la alakası yok. Uydurulmuş şeyler onlar. İstidraçmış, kerametmiş, mucizeymiş hatta. Kur’an’da bir tanesi yer almaz bu anlamıyla. Mucize hiç yer almaz. İlk 300 yılda yok zaten. Efendim, keramet istikamettir. İstikameti olmayanın kerameti yoktur. “Ve lekad kerremna beni âdem Biz âdemoğlunu mükerrem kıldık, keramet sahibi kıldık. Âdemoğlunun hepsinde olan keramettir, izzettir, insanlık izzetidir, onurudur. Bu olay şu anda mahkemelik. Üç cenaze şirketi bu sahtekâr papazı, mahkemeye verdiler, “hepimizi aldattı” diye. Evet hiç garip değil. Bu, insanlık tarihi boyunca -Müslümanların tarihinde de- bu dümen çok çevrildi, bunu söyleyeyim. Bu dümen çok çevrildi. Ama nedense internet yaygınlaştı yaygınlaşalı; şarlatan kerametçilerin kerameti bitti. Artık yani Çin işi çipli post yürütemiyorlar. Anlatabiliyor muyum? Postsuz yürütüyorlar bu sefer de ama yine yürütüyorlar. Evet, uydurulmuş dindi bu. Bir kitap tavsiyem var. Herkes akademisyen olabilir ama herkes yürekli akademisyen olamaz. Herkes kitap yazabilir ama herkes hakikati söyleyemez. Hakikati söyleyenlerin binde biri de toplumu, toplumun nefretini üstüne çekeceğini bildiği hakikatleri söyler ancak. Binde 999’u söylemez. İşte bu yiğit adam Ahmet Akbulut, çok nadir, bu ülkedeki yürek yiyen adamlardan biridir. “Sahabe Dönemi İktidar Kavgası”, önümüzdeki 14 gün için, iki hafta için bu kitabı tavsiye ediyorum. Neden, ne alaka var diyeceksiniz? Anlattığımız konu Allah Resulü’ne Mekke müşriklerinin saldırısını içeriyor. Bu kitapla o kadar alakası var ki. Mekke müşriklerinin Allah Resulü’ne saldırısını aslında sahabe dönemindeki kavgalar sırasında da görüyoruz. Kim kimi temsil ediyor, kitabı okuyunca göreceksiniz. Tavsiye görsel Doubt. Şüphe, kuşku, tereddüt. Güzel bir film. Ben izledim, tavsiye ederim. 6 Şubat 2009 tarihinde gösterime çıkmış. John Patrick Shanley diye bir de yönetmeni var. İzlemenizi tavsiye ederim. Tabiat ayetleri. Altıncı büyük yok oluş kapıda. Böceklerin sayısı giderek azalıyor. Einstein mıydı arılar yok olduktan sonra insanlığın sadece ve sadece 4 yılı var diyen. Evet. Gerçekten de böceklerin sayısı giderek yok oluyor. Eğer bu zincir kırılırsa zincirin son halkası bizim için son demektir. Bu çok önemli. Neden 6. büyük yok oluş? Dünyanın yaratıldığı günden bugüne yani 4 milyar 600 milyon yılda dünya beş kez, dünyada beş kez canlılık yok oldu. 250 milyon yıl önce, bir canlılık yok oldu, karbondioksit patlamasından dolayı yeryüzünde nefes alacak bir hava kalmadı. Okyanusların içinden başka yerde canlılık yok oldu. 66 milyon yıl önce bir yok oldu. Yine 700 milyon yıl önce kartopu dünyada yeryüzü üzerinde canlılık minimuma indi. Ne oldu kartopu dünya? 3 kilometrelik bir karla kaplandı yeryüzünün her tarafı. En az üç kilometrelik ve işte o zaman bir yok oluş yaşadı. 66 milyon yıl önce Meksika’ya Yucatan Yarımadası’na 10 kilometre çapında bir kaya düştü, bir dev göktaşı düştü. O göktaşı yüzünden yıllarca güneş ışığı görmedi yeryüzü. Yeryüzünün her tarafını küller kapladı ve dinozorların tamamının neslini yok etti yeryüzünde. Ondan sonra yeryüzünde dinozorlara ait herhangi bir şey çıkmadı. Ve Yucatan Yarımadası’ndan fırlayan kayalar 3 bin kilometre öteye sıçardı. Yeryüzünün her tarafında bir katman oluştu jeologlar o katmana ulaşıyorlar o katmanı buldukları zaman, 66 milyon yıl önceki felaketin katmanı bu diyorlar. Evet. Yeryüzünde böyle şeyler oldu. Dolayısıyla yine Tobe Yanardağı patladı. Yeryüzünde yıllarca yeryüzü güneş görmedi. Hayat yüzde yetmişe kadar düştü, tüm hayat. Dolayısıyla bu anlamda bir yok oluşa doğru gidiyoruz. Kıyamet deyince aklınıza bu da gelmeli. Ve ellerimizle kıyamet kopuyor ve bu noktada Kur’an’ın uyarısını aynen muhteşem bir ilke olarak buraya dercedeyim “Ellerinizle yaptıklarınız yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.” Evet. “Zahera-l fesâdu fî-l berri ve’l-bahri bimâ kesebet eydî-n nâs İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden Karalarda ve denizlerde fesat çıktı.” Rum 3041. Eyvallah. Dersin berceste ayeti “Ve-inneke le’alâ ḣulukin azîm Muhakkak ki sen şüphesiz sen kararlı, azimli bir ahlak üzeresin.” Kalem 684. Yaşanmışlıklar Eklere böyle bir ilave yaptım. İnşallah bundan sonra yeri geldikçe yaşanmışlık bölümünde bir şey anlatacağım ama kısa keseceğim. Bir dersimden sonra burada olan bir dostum telefon etti. Hocam dedi bir sevincimi paylaşmak istiyorum. Bugün derse getirdiğim beyefendi dedi geçmişte yıllar önce bir olay yaşamış. İşte Kur’an’a bakarken Kur’an’da Allah’ın yarattıklarına yemin ettiğini görmüş ve efendim ya Allah yarattığına yemin eder mi demiş kapatmış, o kapatış! Bugün derste Allah’ın yemininin aslında “şahit olsun, dile gelsin “anlamında olduğunu öğrendim ve benim için düğüm çözüldü demiş dedi. Benim için güzel bir hatıraydı, güzel bir yaşanmışlıktı. Dedim ki, demek ki bizim için çok sıradan gibi gelen bilgiler, bazıları için hayati hatta hayatlarının dönüşümü olabiliyor. Onun için bilgiyi taşımak lazım mutlaka. Ya bunda ne var ki, bu küçük dememek lazım, onu mutlaka taşımak lazım, belki bir insanın ömrünün düğümünü çözüyorsunuz. Bir insanın, Kur’an’ı kapatmış ve bir daha eline almamış bir insanın bir daha Kur’an’la tanışmasına yeniden buluşmasına vesile olabilirsiniz. Evet, benim kahramanlarım. Evet, bu sanırım Japonya’da yaşanmış bir olay. Evet, bu da trafik polisi. Evet bugünkü kahramanım bu. Trafik polisinin bir yaşlıyı sırtına alıp karşıya geçirmek gibi bir görevi olmayabilir. Ama trafik polisi, trafik polisi değil de sadece bir insan olduğunu hatırlarsa insanlık görevidir. Efendim, bir sonraki derste yeniden, 20. derste Kalem suresine kaldığımız yerden devam etmek üzere hepinizi sevgiyle, saygıyla, hürmetle selamlıyorum. Allah’a emanet olun. Meallerdeki sıralama bir tercih sıralaması değil alfabetik sıralamadır. Ziyaretçilerimiz takip etmek istedikleri mealleri sol sütundan seçerek ilerleyebilirler. Tercihlerinin hatırlanması için "Tercihimi Hatırla" tıklanmalıdır. Ve-inneke le’alâ ḣulukin azîminVe şüphe yok ki sen, pek büyük bir ahlaka sahipsin elbette.Ey Resulüm! Gerçekten Sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin. [Not Bu cümlede iki anlam vardır. Birincisi; insanları hidayete yönlendirmek için Aleyhisselatüvesselam Efendimizin katlandığı bütün bu zahmet ve ezi... Devamı..Çünkü sen üstün bir hayat tarzına ve yüksek bir karaktere kesinlikle yüce, büyük bir dini, ülülazm peygamberlerin sünnetini, faziletli, saygıdeğer bir ahlâkı, insan tabiatına uygun üstün bir hayat tarzını, insanı kemale erdiren bir nizamı yaşamaya, öğretmeye, benimsetmeye, savunmaya memursun..bk. Kur’an-ı Kerim, 33/ sen büyük bir ahlak sen, pek büyük bir ahlak sen, pek büyük bir ahlâk hiç şüphesiz büyük bir ahlak kesinlikle evrensel bir ahlâk ahlâkça şüphesiz en yüksektesinVe gerçekten sen, insanlığa örnek olacak pek büyük bir ahlak Peygamberin güzel ahlakının kaynağını vahiy oluşturmaktadır. Onun değer yargıları ve hayat tarzı bütünüyle vahye dayanmaktadır. O halde Hz. Peygam... Devamı..3,4. Sana minnetsiz bir mükâfât hazırdır. Sen de hısâl-i hamîde sen büyük bir ahlaka elbette yüce bir ahlâk sen elbette yüce bir ahlâk sen güçlü bir karaktere elbette yüce bir ahlak her halde sen pek büyük bir ahlâk üzerindesinSen, kesinlikle büyük bir ahlak¹ Dürüst, güvenilir bir kimsesin ve dosdoğru bir inanç şüphesiz büyük bir ahlaak üzerindesin muhakkak ki sen, gerçekten yüce bir ahlâk üzerindesin!33“Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Hakîm’de وَ اِنَّكَ لَعَلٰي خُلِقَ عَظ۪يمٍ [Ve muhakkak ki sen, gerçekten yüce bir ahlâk üzerindesin!] fermân eder. Rivâyet... Devamı..Sen büyük bir ahlak Rabbinin öğretisi huyun en güzeli yok ki sen ahlâkça en yüksek ki sen çok yüce bir ahlak [huluk] Hz. Ayşe’ye Peygamber’imizin ahlakı sorulduğunda, “Onun ahlakı Kur’an’dan ibaretti” demiştir Müslim, Müsâfirîn, 139.Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk sen, seni delilikle suçlayan inatçı kâfirlerin de gâyet iyi bildiği gibi, pek yüce ve değerli bir ahlâkın sahibisin ve işte bu yol üzerindesin. Sen, elbette çok büyük bir ahlâk Senin, sürekli ve içe sinesi bir hak edişin var. // çünkü sen eşsiz bir ahlâk yapısına sahipsin. Ve sen Rabbinden sana öğretilen büyük bir ahlâk üzerindesin. Bu öyle bir ahlâk ki inkâr edenler sana nimet olarak bahşedilen ahlâkın ne olduğunu bilemezler. Zira sen Rabbinden gelen bilgiyle terbiye edilerek insanlık fıtratına en uygun insani değerlere yönlendirildin. İnkâr edenler ise sadece kendi sınırlı sığ kapasiteleriyle ahlâki değerler oluşturarak bir takım kuruntulara sahip oldular. Onların kuruntuları Rabbinin katında hiç bir şey ifade etmez. Onlar kuruntularıyla bir takım ahlâki hükümler koyarak insanlık için gerekli olan gerçekçi ahlâki prensiplere elbette yüce bir ahlak sen, kesinlikle çok büyük bir ahlâk¹ Ahlâk Huylar, seciyeler, mizaçlar, anlamında bir kavramdır. خَلَقَ kökünden gelir. Aynı kökten gelen “halk”, gözle görülebilen sûret, şekil ve du... Devamı..çünkü sen, üstün bir hayat tarzına ⁴ sahipsin;4 Tarafımdan “hayat tarzı” olarak çevrilen huluk terimi, en geniş anlamlarıyla kişinin “karakteri”ni, “doğuştan mizacı”nı veya “tabiatı”nı ve aynı zam... Devamı..Hiç şüphe yok ki sen, üstün bir karakter ve muhteşem bir ahlak sahibisin. 21/107, 94/4çünkü sen, muhteşem bir ahlâka/yaratılışa sahipsin;[⁵²³²][5232] el-Hulk, “ben’in tabiatı, kişilik”. “Yaratma ve yaratık” anlamındaki halk ve “yaratılış” anlamındaki hilkat ile akraba. Bir sıfatla kayıtlanmad... Devamı..Ve muhakkak ki sen pek büyük bir ahlak sen pek yüksek bir ahlâk üzerindesin! [33, 21]Hz. Peygamber ahlâkından bahsetmesi istendiğinde Hz. Aişe mümkün olan en ideal cevabı şöyle vermişti “Onun ahlâkı Kur’ân’dan ibaret i... Devamı..Ve sen, büyük bir ahlak sen üstün bir dine[*] bağlısın.[*] الخُلُق= huluk ve hulk; din, tabiat ve huy anlamlarına gelir.Lisan'ul-arab Aişe validemizin bir soru üzerine "O'nun huluku Kur'ân'dı" A. b. Han... Devamı..Sen, büyük bir ahlak ki sen pek büyük bir ahlâk gerçekten sen, çok büyük bir ahlak bayıķ sen ħū üzeresin sen ulu ḫūy ki, sən böyük bir əxlaq üzərindəsən!And lo! thou art of a tremendous thou standest on an exalted standard of character.

ve inneke le ala hulukin azim